Mabel yeni bir albüm yaptı ve biz yeni bir ülkeye taşındık.

Mabel yeni albüm yaptı. Bunca yıl oldu hala karar veremiyorum bu adamın şarkıları arabesk mi değil mi? Bir yerlerimizden yakalamayı öyle biliyor ki kelimeleri. Ruhumuzun bir ucundan çekiştiriyor durmadan. Şarkı damarlarımızda kanımızla karışırken bi anda geçmişe bir yolculukta buluyoruz kendimizi. Her şarkıda öyle olmuyor tabii. Bunu Mabelci herkes bilir. Hep vardır özel bir şarkı her albümünde. Herkes için o şarkı farklıdır tabii. İnsanın kendine yakışanı seçip giymesi gibi şarkı da öyle cuk oturuverir ruhumuza.

Mabel yeni bir albüm yaptı ve biz yeni bir ülkeye taşındık. Yeni bir iklim, yeni bir dil. Yeni telaşlar… Panama o kadar evim olmuş ki. Taşınınca anladım ne çok sevdiğimi. Türkiye dönüşü sanki yine uçaktan inip suratıma çarpan nem ve sıcak dalgasına gülümseyip, kanalın üzerinden geçivericekmişim eve gibi hissediyorum. Ama yollar yeşil değil, bulutlar o kadar yere yakın değil buradaki otobanlarda. İnsanın evi bildiği yere tekrar dönemeyecek olması fikrine alışması ne kadar sürüyordu? Ruanda’dan antremanlıyım sanırdım kendimi ama bu işler öyle düşünüldüğü gibi olmuyor. ”Zamanla alışıyor insan” klişesi gerçek.

Yeni gelen kiracı balkondaki çiçekleri suluyor mudur? Manzarayı kapayan ağacı o da sevmiş midir? Yoksa ilk fırsatta yönetimi arayıp budatmış mıdır? Sinek kuşları penceremin önünde bekliyor mudur hala? Özlüyorum seni Panama. Ve seni özlemeyi seviyorum da. Tıpkı Ruanda’yı özlemeyi sevdiğim gibi. Benim şehrim neresi sorusunu düşünmüş Dünlükler‘in yazarı. Düşünüyorum da şimdi, benim ülkem neresi? Yaşadığım yer mi, doğduğum yer mi? Bir ömre kaç şehir, kaç ülke sığar?

Uzun bir telaşın ardından ( hiç şaşırmayın telaşlar da uzun olabilir, hatta bazen hiç bitmeyebilir ) bir günlüğüne kendimle baş başa kaldım ve ne yapacağımı bilemedim. Size de oldu mu hiç böyle bir şey? Taşınma, yerleşme, hiç bitmeyecek gibi görünen işler vs derken dün Rüzgar’ı okula bırakıp boş eve gelince kalakaldım salonun ortasında. Uzun zamandır beklediğim bir andı oysa ki. Haftalardır bitiremediğim bir dizi vardı onun son bölümünü izledim. Bir şeyler okumaya çalıştım okuyamadım. Şikago tarihinde ilk kez sıcak hava uyarısı yapıldı dün ve gerçekten Panama’dan sonra koca yaz boyunca burada ilk kez sıcak hava hissettim. İki günlük yaz oldu yani 😂 Hiçbir şeye odaklanamadım ve kendimi mutfağa attım. İnsan yemek yaparken dünyayı unutuyor. Soğanmış, domatesmiş derken bir bakmışsın 2 saatin uçup gitmiş.

İşte bugün okulun ikinci günü ve nihayet bedenim ve ruhum artık boş zamanım olduğunu idrak etti ve kendimi bilgisayarın karşısına oturtabildim. Birkaç sevdiğim blog yazısını okudum. Sonra bi Mabel dinledim. Mabel hala damarlarımda. Yazacak gücü ordan alıyorum yani. Mabel etkisiyle yazılmış birkaç paragrafı sildim ama. Arabeske kayan bir yazı kokusu aldım zira 🙂

Dün okulun ilk gününde Rüzgar servisle gitmek istemedi ve Uber çağırdım. Gelen şoförün adı ”Basil” di. Ah dedim ne güzel bir isim. İnsana yaz günlerini, domatesli makarnaları, Akdeniz’i hatırlatıyor. Kendi de ismi gibi sıcakkanlı biriydi. Rüzgara okulun ilk günü için başarılar diledi. Motive edici samimi bir konuşma yaptı. Sonra nereli olduğumuzu sorduğunda çok şaşırdı. Çünkü rahmetli annesi de Türkmüş. Babası Yunan. Ama çok uzun yıllar önce gelmişler Amerika’ya. Burada doğmuş büyümüş. Türkçe sadece birkaç kelime biliyordu. Sonra bir ara ”ah” dedi, ”annemi babamı düşündüm şimdi sayenizde.” Onun hüzün ve sevgiyle karışık ah’ı beni de duygulandırdı. Tam da çocuğunu yeni bir ülkede yeni bir okula götüren o anne olduğum için. Rüzgar da yıllar sonra bir gün beni böyle hatırlayacak mı ?

Kalp ağrısı gibi bir şey…

En son blog yazımın üzerinden tam dört ay geçmiş. Ne elim ne nefesim gitti yazmaya. Ne çok ölüm oldu, ne çok kaybettik. Ne çok gözyaşı döküldü. Ne çok çiçeklerini döktü ağaçlar. Rüzgarlar daha mı kuvvetliydi? Yağmurlar? Her şey olması gerekenden daha fazlaydı. Daha karanlık. Daha uzun geceler. İç çekişler. Kalp sıkışmaları ve sonsuz bir gri. Sonsuzluk ve bir gün gibiydi her şey. Bir günde olup bitti bazı şeyler. Kötü haberler mesela. Bir gün aniden geliyor. Beklemediğin bir anda. İyi haberler de öyle oysa. Kapsül gibi böyle. Yutuveriyorsun. Sonrası kalp ağrısı gibi bir şey.

İyi şeylerin kıymetini bilmediğimiz için belki de. Bu aralar hep sol yanımızdan vuruyor hayat. Yine de inatçı ciğerlerimiz. İstemsizce nefes alıyoruz bazen. Hızlı. Sık sık. Bazen daha derin. Nasıl oluyor da yeni bir güne açıyoruz gözlerimizi? Bazen bu bir illüzyon gibi geliyor bana. Şu son aylarda Teğmen Drago gibi kendi Bastiani kalemde mahsur kalmış gibiydim. Kişiselleştirilmiş bir kale olarak devam eden yaşam. Buradayım ama oradayım. Elimi uzatsam dokunamayacağım kadar uzak ama bir okyanus aşımı kadar kısa mesafe? Tersi olmasın o konservecim? Öyle değil. Tam böyle. Uzakta olmanın ne olduğunu, bedelini meğer bu yıl öğrenecekmişim… Kendi kalemde. Tropik bir Bastiani inşaası devam etmiş yıllarca burnumun dibinde. İnsan bazen kendi kalesini bile tanıyamıyor. Vay be! Neyse sonumuz Drogo gibi olmasın. Malum ”farkındalık ” gemisini kaçırmayalım!

Bazı şeyleri üzerinden zaman geçtikten sonra yazmak daha mı kolay? O anı yaşarken sanki bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak düşüncesi ağır basıyor ve kalem de dil gibi tutuk, mürekkepsiz kalıyor. Sanki zihin ve kalem arasındaki o yol yoğun sis altında. Göz gözü görmüyor. Kalem kağıda küs. Öyle bir sessizlik hakim. Dünyada tek bir önemli şey var bazen. Tek ve en önemli şey ne biliyor musunuz? AİLE. Seni dünyaya getiren anne ve baba. Et ve tırnak. Su ve hava. Annem su. Babam nefes. Nefesim babam. Suyum, yaşam pınarım annem. Bir ara benim Bastiani’nin surlarında nefessiz ve susuz kalmışım gibi, tsunamiler ve depremler olmuş da ben kötü bir rüyadan uyanmışım gibi bir hisle geçirdim günlerimi. Yeni yılın en büyük golleri deprem ve hastalık. Daha büyük ne sürprizlerin var ey hayat! Benim siperlerim de taştan değil ki. En hakikisinden insanız işte. Bir yere kadar rüzgar geçirmezliğimiz.

Metaforlara sığınmıyorum. Hayat metaforlardan ibaret değil mi sevgili Beliz Hocam! Tam da öyle. Ben o metafor yağmurlarından doğmayım. Çamurum o benim. Ben çamurum. Hem zaten bir avuç insanız tüm bu metaforların hakkını veren. Beni ve benim yeryüzünde her şeyimle kapsadığım o sınırları belirsiz alanı anlayan ya da anlamak isteyen herkese açık bir yorum. Gerisi ”inceliklerin” suçu…

Hayat tesadüfleri sever. Ben de severim. Ama dün izlediğim şu kısa film içimde bir yerlerde tamiri mümkün olmayan bir şey bıraktı. Sizde bir pencere açsın. Ben o filmde kimim bilmiyorum. Bir süre kimse olmak istemiyorum. Bazen kimse olmamak da güzel. Tarafsız olmak da…

https://www.youtube.com/watch?v=aC2AY0LjSnI

Nilüfer,

20 Mayıs 2023, Panama

Safsatalar ve safsatalar; Son derece ciddi bir yeni yıl yazısı

Takvime baktığında inanamıyor insan. 17 Ocak! Ne zaman yarıladık ilk ayı? Günler de öyle. Akşam mı olmuş! Ne çabuk! Bir şeyler oluyor, sanki insan için zaman orta yaş kavşağında daha hızlı akıyor. Daha çok yapılacak şey var ama daha az zaman var.

Daha çok ölümüz var, dualarımız, keşkelerimiz. Daha az çiçeklerimiz ama. Daha az gökyüzümüz. Daha az sabrımız. İlgimiz. Her şey geçici, anlık. Öfkeler de. Sevinçler de. Belki umut biraz daha kalıcı. Bir süre yere paralel gittikten sonra o da alışıyor zamana.

Bakmayın yeni yılların öyle şaşaalı, gürültülü ve aşırı renkli kutlanıp karşılandığına. Önemli ve güzel, heyecan verici ve ışıltılı görünebilir. İnsanların içine konfeti gibi renkli umutlar, heyecanlar serper. Alkol gibi hızlıca kana karışır, kafanızı döndürür. Yılın son günü, dünya bir anlığına nasıl da güzel olur. Happy happy new year! Oysa nasıl sinsidir o bir bilseniz. Siz daha anlamadan o umutla beklediğiniz, listeler yaptığınız, değişimlerden değişim beğendiğiniz, yeni gelişimler atadığınız yeni yılınız bitivermiş. Bakınız 2022. Sonra işte yine bir yılın son günündesiniz. Yine ve yine ve yine…

Yeni yıla müthiş bir giriş yaptım okuduğunuz üzere. Yani özetle hoş gelmiş de ne değişti yaştan başka bakışı ile. (buraya gülen surat geliyor ) Var tabii benim de sinsice gizli planlarım. Yazıp gerçekleştirmemektense düşünüp unutmayı tercih ederim. Yeni yıl mottom mu olsa bu acaba? Ne de olsa unuttuklarımız kadar mutluyuz.

Sıcak bir giriş olsun istedim. Okuyalım kızalım, içimiz ısınsın, azıcık da gülelim belki. Ya aynen nedir bu yeni yıl heyecanı diyelim hep birlikte. Soğuk bir zeytinyağlı meze gibi bu düşünce her daim masamızda olsun. Getir oğlum ordan bi yeni yıl safsatası. Şöyle azıcık gönlümüz şenlensin! Noel baba kostümlü garsonun nemrut suratında ince fakat psikopat katil titizliğinde bir gülümseme belirir. Buyurunuz efendim safsatanız, tam da istediğiniz gibi bol yeşillikli.

Safsata demişken buradan fularsız entele bir gönderme yapayım. Çok merek ediyorum Safsatalar Ansiklopedisi‘ni. Son zamanlarda dinlemekten en keyif aldığım podcast onun. Konular da, içerik de çok güzel. Kitap okur gibi dinliyorum. Son iki bölüm depresyon ve anksiyete üzerineydi. Tamam eğlenceli bir konu olmayabilir ama dinleyin hikayeleri. Bi dinleyin belki birilerine yardımınız dokunur.

Yazı yazmak da yemek pişirmek gibi. Onlarca tarif izlersin, antin kuntin malzemeler alırsın ama mutfakta yine bildiğini okursun. Bu post da tam olarak böyle oldu. Birkaç film ve kitap vardı aklımda. Safsata engeline takıldı. Olsun varsın. Safsatanız bol olsun bu hafta 🙂 Hep bi faydalı içerik, hep bi lezzetli sağlıklı yemekler, hep bi kaliteli uyku… Görmekten azıcık bunalmadık mı?

Nilüfer

17 Ocak, Panama

Küçük Şeylerin Felsefesi- Francesca Rigotti

Küçük Şeylerin Felsefesi günlük hayatta görmezden geldiğimiz ve belki de her gün kullanmamıza rağmen varlıklarını hemen unuttuğumuz küçük şeylerin hayatımızdaki yerini ve önemini düşünmemizi sağlıyor. Bunu yaparken metaforlardan, mitolojiden, sanattan ve edebiyattan da destek alıyor. Bu kitabı okuduktan sonra felsefeci Francesca Rigotti gibi etrafınızdaki her şeye daha dikkatli bakmaya başlayacaksınız. Bir sürahi bölümü var mesela, enfes! Makarna süzgeci de öyle! 

Rigotti küçük şeyler için anlam kuyularını kazarken diğer felsefeci ve düşünürlere de değinmeden edemiyor. Yer yer onları büyük şeyler düşünürken burunlarının dibindeki en önemli şeyleri görmemekle ya da küçümsemekle suçluyor. Pek suçlama diyemeyiz aslında. Epey hak veriyorum çünkü kendisine. 

Filozof Janet McCraken ‘’ Hayatta kalmak için beslenme ihtiyacının karşılanma şekli, ne yediğimiz, nasıl giyindiğimiz ve evi ne şekilde döşediğimiz her bireyin ahlaki karakterinin gelişimi için aslidir.’’ diyor. Rigotti sık sık McCraken’den alıntılar yapıyor kitabında. Bahsettiği bu tez bana mantıklı geliyor. Bulunduğu yer, soluduğu hava, maruz kaldığı çevresel faktörler insanın düşünme ve yaşayış şeklini etkiler. Bu bölüm üzerine epey durmuş kitabın son bölümlerinde: ‘’ En uzun süre ve en sık kullandığımız nesneler evdedir; ki bu nesneler iyilik, güzellik ve hakikat konusunda en dolaysız öğretmenlerimizdir. ‘’

Kitabın sonlarında sadece ev değil, evde yapılan ve aslında büyük önem taşıyan küçük işlerin de insanın ahlaki gelişiminde ne kadar etkili olduğuna değiniyor. Bu bölümleri okurken bir anne olarak biraz olsun teselli buluyorum. İnsan sürekli aynı şeyleri yaparken yaptıklarının anlamsız olduğunu düşünüyor. Bir faydası olduğunu bir filozoftan duymak mutlu ediyor beni. 

Kitapta en sevdiğim şeylerden biri ( bu arada bu ‘’şeyler’’ konusu kitapta o kadar detaylı işleniyor ki artık ‘’ şeyler’’ sadece bir şeylerden bahsederken detayları geçiştirmek için kullandığımız kelime olmaktan çıkıyor ) nesnelerin ve isimlerin farklı dillerde ve kültürlerdeki kelime kökenlerine değinmesi. Bir tane güzel bir örnek vereyim : ‘’Mutterkuchen ‘’anne tatlısı’’ almancada plasenta için kullanılır. Kadın hayatları tutan cıvatadır. Almancada cıvataya die mutter ‘’ anne’’ denir. ‘’

Benim gibi metaforlara bayılan biriyseniz Rigotti’nin bu konudaki tespitlerine hak vereceksiniz. İşte bu! Sonunda biri metaforların önemine değinmiş. Hem de büyük bir ciddiyetle. 

‘’ Metafor dilin doğum halidir, dünyanın başlangıcına ait bir kavramdır. Kavramın içinde kalan, kavramı şekillendiren ve türeten imgedir.’’

’Metaforlar varlığa demir atışımızdır sanki, varlığa dair bir şeyler görmemizi sağlarlar; sadece belli belirsiz şeyleri, fark edilir edilmez su yüzüne çıkan bir şeyleri, minicik bir aralıktan beliren örümcek başı gibi bir şeyleri. ‘’

Yaşayacağımız kısıtlı bir zaman var bize verilen. Büyük bir karmaşanın içinde geçen günlerimizi bir parça olsun duraklatma, etrafımızdakileri daha yakından görme, dokunma, hissetme şansını tanımalıyız kendimize. Küçük şeyler önemsiz görülebilir. Ama biraz durup düşünsek, zihnimize özgürlük tanısak, yaşam alanımızı sarmalayan şeylerin hayatımızda aslında ne kadar önemli bir etkiye sahip olduklarını görebiliriz. Bu sadece ihtiyaç karşılama anlamında değil. Bir nesnenin varlığı sadece bir amaca hizmet etmek içinmiş gibi görülebilir. Ama bazen sadece hiçbir işe yaramayan küçücük bir şey bile varlığıyla fark yaratabilir. Kitap sayfaları arasında kalmış, bir süre sonra bulduğunuz kurumuş bir çiçek gibi. Bu kitabı okuduktan sonra bir pencere açılacak zihninizde. Bir sürahi, makarna süzgeci, mutfak çöpü örneğin, her gün kullandığımız aletlerin varlıkları metafor evreninde başka anlamlar bulacak.

Yazarın dilimize çevrilmiş diğer kitabı Mutfağın Felsefesi’ni çok merak ettim. Kim bilir oradan ne metaforlar ne detaylar çıkacak. Bu arada bu sevimli ve kitaba çok yakışan kapağın tasarımcısı Virgina Elena Patrone’nin yaptığı diğer tasarımları da çok beğendim. İnstagram sayfasından diğerlerini de görebilirsiniz. Buz Kandilleri ( Kadire Bozkurt) için yaptığı kapak da çok güzeldi.

Bu kitap çevirmenini epey uğraştırmıştır diye düşündüm okurken. Alıntılar, kelimelerin ve kavramların başka dillerdeki anlamları, metaforların türkçedeki uygun karşılıklarını bulmak büyük titizlik gerektirmiş olmalı. Meryem Mine Çilingiroğlu’nun ellerine sağlık.

Balık Ölecek – Hasibe Özdemir

Bu Kardan Adam Olmaz kitabını okuduğum zaman iyi bir öykücü ile tanıştığımı düşünmüştüm. Kalemi etkilemişti beni. İkinci kitabının çıktığını tesadüfen görünce çok şaşırdım ve sevindim. Sessiz sakin bir yerler buluvermişti kendine. Okuyucu sevdiği kalemi illa ki bulur bir şekilde diye düşündüm. Hiçbir yerde reklamına ya da kapağına denk gelmemiştim nasıl olduysa. Ki biliyorsunuz bu görsel ve aşırı reklam çağında bu olasılık epey düşük. 

İkinci kitapta karakterler daha çok ön planda, sesleri daha kuvvetli çıkıyor. Bazı yerlerde fotoğraflar o kadar net ki, kelimelerin  gücü karşısında şaşırıyorum. Öykülerin sesi var adeta. Kulübedeki Köpek en etkilendiğim öykülerden biri oldu. Bir insanın geçmişi nasıl canlı bir varlık gibi bedene bürünmüş öyküde. Yakın zamanda Tove Ditlevsen’in üçlemesinde Çocukluk ‘u okurken aynı şekilde hissetmiştim. Tove’un çocukluğunu anlatışı, bu öyküde karakterin geçmişinden bahsedişi ile benziyor ve bu uzaktan akrabalık çok hoşuma gidiyor. 

‘’ Başkalarının geçmişi sokak köpeği gibi ortalığı birbirine katar. Benimki sessizce oturur bıraktığım yerde, nasıl hatırlamak istersem öyle söyler.’’ 

Öykülerdeki benzetmeler metnin yıldızları gibi. Lacivert bir gecede denizin üzerinde küçük ışıltılar. Hem cümleleri, hem hikayeyi parlatıyor, ama öyle üstüne cila atılmış gibi yapay değil de, sanki onlarla metin daha canlı olmuş, daha hissedilir olmuş gibi. Metnin baharatı gibi yani.  Bilmem bu benzetmelerle  anlatabildim mi 🙂 Bir iki tanesini buraya yazayım da siz karar verin:

‘’ O eski kelimelerden biri, uzağa giderse konacak çiçek bulamayacağını bilen hımbıl bir arı gibi, dudaklarında yine. ‘’

‘’ Başını eğiyor. Zayıf sırtına, her eleştiriyi kendi yükü gibi taşıyanların kamburluğu yerleşiyor hemen. ‘’

‘’ Yüzünde büyüyen kaygı, ışığın altında boyutları daha da netleşen bir böceğe benziyor.’’

‘’Cümleler, sayıları arttıkça, üst üste rastgele konan taşlar gibi sallanıp onu da altında bırakacak güvenilmez bir şeye dönüşüyor.’’ 

‘‘Dili mazotu bitmiş traktör gibi ağzının içinde yatıyor, yeniden canlanmak için sahibinin getireceği öyküyü bekliyordu.’’ 

Sen Seversin, Balık Ölecek, Sudaki, Üst Çene; İkinci ve Üçüncü Molar  kitaptaki en sevdiğim öykülerden. Farklı bir sesi var yazarın ve öykülerinde ele aldığı konuları ve insan ilişkilerindeki o karanlık çıkmazları anlatış şeklini seviyorum.

Kopenhag Üçlemesi – Tove Ditlevsen

Çok yakın zamanda Vigdis Hjort’un Miras’ını okumuş ve yazarın dilinden çok etkilenmiştim. Kitabında birçok yazarın ve düşünürün de izleri vardı ve bunlardan biri de Tove Ditlevsen’di. Şimdi üçlemeyi okuyup bitirince Miras‘taki Ditlevsen etkisini çok daha iyi anladım ve hissettim. Daha sonra Norveçli yönetmen Joachim Trier’in The Worst Person in The World filminde, daldan dala atlayan Julie’nin, erkek arkadaşının evine taşınınca kendi kitaplarını kitaplığa yerleştirdiği sahnede  gözümüze takılan kitaplar arasında Miras’la beraber kocaman harflerle yazılı bir Tove Ditlevsen kitabı da vardı. Hem Hjort hem de Trier bu yazarı okuyun dercesine önümüze sunmasaydı çok da farkında olur muyduk bilmiyorum.

The Worst Person In The World, Joachim Trier

Yönetmenlerin ve yazarların kendi yapıtlarındaki bu küçük selamlar her zaman hoşuma gitmiştir. Geçenlerde izlediğim Kemal Varol’un kitabından uyarlanan Aşıklar Bayramı filminin ilk sahnelerinde de Kıvanç Tatlıtuğ’u Latife Tekin’in Sürüklenme kitabını okurken görmüştük. Bu da küçük ve güzel bir detaydı bence. Yıllar önce filmlerde ve dizilerde rastladığım kitapları içeren bir blog yazısı yazmıştım. Sahnelerde durdurup ekranı zoomlamak, emek harcamak çok kolay olmasa da çok eğlenceli 🙂 https://konserveruhlar.wordpress.com/2014/09/03/film-ve-dizilerde-edebiyata-rastlayinca/

Tove Ditlevsen

Kopenhag üçlemesi yazarın kendi hayatını Çocukluk- Gençlik ve Bağımlılık olarak üç bölümde yazdığı bir seri. Kendi yaşam hikayesi olunca yazar hakkında da kısa bir araştırma yapmadan geçemiyorum ve hayatının dramatik bir sonla bittiğini öğrenmek üzücü oluyor. Oysa üçlemenin sonunda tanıştığı, onu hayata bağlayan son aşkı Victor ile uzun bir hayatı olacağını düşlemek güzeldi. 

Son derece sade ve şimdiki zamanda anlatan yazım tekniği ile oldukça etkileyici bir hikaye anlatıyor yazar. 1930’lı yılların Danimarka’sını küçük bir kız çocuğunun ağzından dinlemek ülkeyi ve sosyo ekonomik durumunu anlamak, sonraki kitaplarda yer yer değindiği 1. Dünya Savaşı’nın ve Hitler’in etkilerini okumak tüm bunların yanında bir kız çocuğu ve bir kadın olmanın o dönemlerdeki zorluklarını dinlemek hem şaşırtıcı hem de üzücüydü. 

Çocukluk kitapta ayrı bir karakter gibi, bir köşede nefes alıyor, büyüyor, değişiyor, korkuyor, kokuyor bazen. Bazen karanlık bazen güneşli. Ama Tove’un çocukluğu çoğunlukla karanlık. Bazen şöyle diyor mesela:

‘‘Çocukluk tabut gibi uzun ve dar, kendi kendine içinden çıkmak mümkün değil.’’  ‘‘Çocukluğun içinden çıkmak mümkün değil, üstüne koku gibi siner. Her çocukluğun kendine has bir kokusu vardır. Kendi kokunu bilemediğinden, diğerlerinden daha kötü olmasından korkarsın bazen.’’

İlk kitap aile içinde farklı ve yalnız bir çocuğun sevgisiz ve ürkek bir büyüme hikayesi. Şiir yazmaya çocukluk döneminde başlayan Tove yazmayı bir kaçış, bir özgürlük alanı olarak görmeye başlıyor ve onun yazmak için yalnız kalamama hallerini okudukça gülümsüyorum. Bebek adımları ile ilerlediği şiirlerinde Tove büyüdükçe şiirleri de olgunlaşıyor. 

Tove Ditlevsen

Serinin tümünde hep bir yazma çabası var. Yaşanılan şartlarda gerçekten de takdir edilecek bir çaba bu. İlk iki kitapta bu azmi daha fazla hissediyoruz. Gençlik döneminde yazma tutkusu daha güçlü. Son kitapta Tove’un hayatı çok farklı bir yönde ilerliyor ve seçtiği insanlar verdiği kararlar hem yaşamını hem de yapıtlarını etkiliyor. Boşa harcanmış yazık olmuş bir hayat… İnsan üzülmeden edemiyor. Bağımlılık ile uğraştığı dönemlerinden fazla annesi ile olan/olamayan o incecik bağın zayıflığı, aralarındaki o kaca duvar daha çok etkiliyor beni.  Bir anne var aslında tüm bu seride anlatılan. Tove’u doğuran, büyüten.  Ama varlığıyla koca bir yokluk kuyusunda anne. Anne o kadar uzak ki her şeyden, sadece bir isim, bir beden bazen. Sadece kendinin var olduğunu annesine kanıtlama çabalarını okurken çok üzüldüm. İlk kitabın başlarında şöyle bir cümle vardı: 

‘’ … annem ben yanında olduğum halde yalnızdı.’’ Bu cümle ile o küçücük kızın kendi yalnızlığının, annesinin yanında nasıl bir gölge gibi yaşadığının izleri daha ilk satırlarda vuruyor insanı. 

Asla  acıklı bir hayat hikayesi değil bu üçleme. Öyle ki Tove’un o hayat dolu kelimeleri romanı da canlandırıyor. Bunda biraz da şimdiki zaman kullanmasının da etkisi olduğunu düşünüyorum. Hep bir değişim olacak, yeni bir sıçrayış olacak hissi ile okunuyor kitap. Her karanlık gecenin bir aydınlık sabahı var hissi. Hikayelerdeki ya da fimlerdeki mutlu sonları sevenlerden misiniz bilmem ama Tove için mutlu bir son hayali düşünüyor insan ister istemez. Kim özünde iyi bir insanın bir bataklığın içinde yok olmasını ister ki? 

Orijinal dilinde son kitabın adı Bağımlık değil de Evlilik’miş ve kelimenin diğer anlamı da ‘’zehir’’ miş. Son kitabı okurken tam olarak aslında evlilik zehiri anlatılıyor bir bakıma. Evlilikle gelen zehir. Kitaba tam uyan, Tove’un hayatına tam uyan bir başlık. 

Sanırım bu kısacık üçleme, hem dili hem kurgusu ile bu yıl en etkilendiğim kitaplar arasında yer alacak. Leyla Tamer’in dancadan yaptığı çevirisi öyle duru ve pürüzsüz ki okuma deneyimimizi keyiflendiriyor, hikayeye ve atmosfere rahatça dahil olduğumuzu hissediyoruz. 

Tove Ditlevsen’in hayatı hakkında birkaç kısa film olduğunu öğreniyorum ama maalesef herhangi bir yayımlanmış içeriğe ulaşamadım. Kitaplarından birinden uyarlanan bir film dahi var. Belki okuyucu sayısı arttıkça diğer kitapları da dilimize çevirilir ve kim bilir belki de kısa filmleri de izleme şansımız olur. Yazarlar hakkında kısa bölümler hazırlayan bir programda Tove Ditlevsen bölümüne rast geldim. Danca bilen varsa buyursun. Hatta birileri çevirse ne güzel olurdu 🙂

https://www.dr.dk/drtv/se/oegendahl-og-de-store-forfattere_-tove-ditlevsen_334155

Bitkiler, kitaplar ve Jules Verne

Hava bulutlu. Gece gök gürültülü ve sağanak yağışlıydı. Bayılıyorum bu hava durumuna. Çocukken televizyonda hava tahmin raporlarını dinlerken o günün gök gürültülü ve sağanak yağışlı olacağını duyunca kafamda okuduğum kitaplardaki tropik fırtınalar, büyük dalgalarda devinen korsan gemileri, ıssız adaya düşen uçaklar, okyanuslar daha neler neler canlanırdı. Tüm bunlarda elbette çocukluğumun yazarı Jules Verne’nin etkisi var. Okuduğum her kitabıyla çıktığım yolculuklar dünyayı benim için macera dolu ve sürprizlerle dolu bir yer yapıyordu. O kadar keyifli rüyalar görürdüm ki… Uçan otomobille şehrimizin üzerinde gezer, gizemli mağaralarda hazine arar, balonla seyahatler yapardım. Yaşım … oldu (ha ha yok burada yazmayayım😅) hâlâ rüyalarım böyle. Hâlâ ormanda yürüyüş yaparken farklı bir çiçek, bir maymun ya da mavi kelebek, değişik bir mantar, tembel hayvan, o gün için bana enerji verecek bir işaret bir yaprak, bir ot, bir böcek, bir bulut görme peşindeyim. Ormanın sesini dinleyerek, gözlerimi adeta radar yaparak yürüyorum. Olur da bir tukan kuşu, bir sinek kuşu görürüm. Günüm aydınlanır 🙂 Aydınlanıyor ama gerçekten. Bir uğur gibi görüyorum onları. Bugün güzel olacak diyorum. Kendimi şanslı hissediyorum öyle günlerde.

Panama çok sıcak ve aşırı nemli bir ülke. Balkon keyfi yapmak için çok ideal bir hava olmuyor genelde. Ama bugünlerde her gün çıkmaya çalışıyorum. Yarım saat de  olsa biraz açık havada kalıp çiçeklerimle zaman geçirmeyi seviyorum. Çoğunu kendim çimlendirdim. Ormandan bir dal koparıp çoğalttım, sitenin kılıç çiçeklerinden bir yaprak alıp çoğalttım, mango çekirdeğini çimlendirip ektik Rüzgar’la. Şu anda boyu 4 karış falan oldu. Komşumun verdiği aloe veralar da yavrulayıp duruyor. Pandemi başladığında çimlendirdiğim ananaslar dev bitkilere dönüştü ama hâla meyve vermedi. Bir tanesinin içinde yeşil  kertenkeleye benzeyen bir arkadaş yaşıyor. Geçen yaz İzmir’den arkadaşımın bahçesinden sardunya getirmiştim ama yaşatamamıştım. Sevmemişti iklimi. Geçenlerde markette kırmızı  sardunya görünce dayanamadım aldım. Balkondaki tek parayla aldığım bitki o. Bir de çok değerli bir tanıdığımın hediyesi orkidem var. İki yıldır hiç çiçek vermiyor. Onu da artık balkona diğerlerinin yanına çıkardım. En burjuva olan bitkim halkın arasına karıştı böylece 🙂 

Ve geçtiğimiz haftanın benim için en üzücü olaylarından biri penceremizin hemen önündeki Orkide ağacını (Bauhinia Kelebek Ağacı olarak da geçiyor adı ) çok kötü bir şekilde budamaları. Çok güzel büyümüş, pembe kelebek şeklindeki çiçeklerle dolmuştu her yeri. Salon penceremizin hemen önündeki bu güzelliği sık sık sinek kuşları ziyaret ediyordu. Mutfakta yemek yaparken, ya da salonda yemek yerken dalına konan sinek kuşunu görüyor, çiçek özlerini yerken onları izleyebiliyorduk. Ağacın dalları çok uzamıştı evet ama hiçbir tane dalı kalmayacak kadar budamaları çok zalimce oldu. O kadar çok üzüldüm ki. Artık hiç pencereden bakmak gelmiyor içimden. Sinek kuşu küstü bize diye düşünüyorum. Ara sıra bizim balkona da uğruyor hızlıca etrafa göz atıp gidiyordu. Artık buralara hiç uğramaz. Rüzgar’ı okuldan aldığımda eve gelirken yaprakları kafamıza değiyordu. Rüzgar eliyle uzanıp seviyordu ağacı. O da çok üzüldü ağacın budanmasına. O kadar sinir oldum ki site yönetimine önceki ve sonraki hallerini yolladım. Yağışlı sezonda budamak zorundayız, kısa sürede uzar bla bla… Ne diyeceklerdi ki zaten…

Koltukta bir kitap fark etmiş olabilirsiniz. O da çok sevgili arkadaşım Emel’in tavsiyesi. Böylelikle bilinçaltı dünyasına  giriş yapıyorum. Yeni bir macera benim için. Her kitap ayrı bir macera zaten. Ama bu kez bilmediğim sularda yüzeceğim. Üstelik derin gibi… 

Bir instagram postu olarak başladığım yazı uzadıkça uzadı ve blog yazısına dönüştü. Böylece uzun ara verdiğim blog yazılarına yumuşak bir geçiş yapmış olabilirim. Anlatacak kitaplar, filmler ve hikayeler birikti…

Nilüfer

27 Mayıs 2022, Panama

Burası Radyo Şarampol – Şükran Yiğit

Burası Radyo Şarampol daha ilk sayfası ile güzel bir roman okuyacağıma dair umutlandırdı beni. Aslında bu umudun tohumlarını sevgili Ege serpiştirmişti daha önce. Kırmızı kapaklı bu güzel kitaptan hevesle ve heyecanla bahsediyordu sosyal medyada. Buluşmamıza vesile olduğu için bir kez daha teşekkür ederim. 

Liseli bir kahramanla başlayan hikaye önce diliyle yakalıyor beni. Filiz’in kendine has dünyasına giriveriyorum. Kurgu bir kahramandan çok, bir anda bir dosta dönüşüyor. Hikayeni dinlemeye hazırım diye düşünüyorum bu noktada. Biraz da üniversite yıllarımın Filiz’in şehrinde geçmiş olması, zamana değil ama şehre aşina olmamın verdiği bir güven ve özlem var içimde. 80’lerde çocukken dönemin ruhunu anne ve babalarımızın gölgesinde yaşadık. Yaşanan her şey geleceğimizi şekillendiriyordu ama biz sokaklarda beş taş oynuyor, ip atlıyorduk. O dönemi düşününce kalınca bir perdenin arkasından bakıyormuşum gibi hissediyorum. Kitabı okurken bu perde aralandı ve yorganın altından tartışmaları dinleyen bir çocuk gibi değil de bir yetişkin gibi izledim hikayeyi.

Şükran Yiğit’in ilk okuduğum kitabı Burası Radyo Şarampol. Yazarın dilini çok sevdim. Küçük şeylerin gizemini öne çıkaran detaycılığı o kadar güzel ki yarattığı etkiler insanın içine dokunuyor. Dünyaya bu gözle bakan bir başka insanın varlığı insana umut veriyor. Kağıt üzerinde de olsa duyguların gerçekliği hissediliyor. Bir romanı bu kadar güzel yapan yanlardan biri de bu. Sahicilik. Ve onu anlatmak için kullanılan dilin samimiliği. 

Şükran Yiğit’i sevme nedenlerimden biri de samimi ve mütevazi olması. İzlediğim söyleşilerinden, okuduğum blogundan, sosyal meydadaki duruşundan yaptığım çıkarım bu. Tabii şarkılar var, bir de filmler ve kitaplar. ‘‘Bir kesişim kümesinin mütevazi mutluluğu.’’

Kitabın iki bölümden oluşması, hikayenin farklı bir ülkede devam etmesi, birbirinden enteresan karakterlerin hikayedeki misafirliği,  olayların izinden şarkılarla gitmek keyifli ve sürükleyici bir okuma sunuyor. Uzun zamandır hikayenin akışına böyle kapıldığım, o atmosferin içinde yayılıp, keyif yaptığım bir kitap okumamıştım. Uzun bir tren yolculuğunda gibiydim. 

Kitabın bendeki etkisini şu cümle ile özetliyorum : ‘‘Sanki sıcakta Konyaaltı’ndan yokuş yukarı yürürken karşıma gürül gürül akan bir şelale çıkmıştı.’İşte o şelale ‘‘Burası Radyo Şarampol’’

Şimdi soruyorum: İnsanlığı arkadaşlığın ve sevginin kurtardığı bir dünya neden olmasın? 

Nilüfer

11 Mart 2022, Panama

Portakallı Hüzün

Derken, o gün geldi. İmza günü. Yazar kitapçıya giden yolu uzatan alternatif rotayı seçti. Parkın içinden geçen bu yol ona hep daha cazip gelirdi.  Şehrin içinde küçük bir yeşil kaçamak vadeden bu yer gelip kitap okuduğu, azıcık nefes aldığı, sevdiği yerlerden biriydi. Yayınevinin belirlediği saate daha epey vardı. Evden çıkarken parkta biraz mola vermeyi düşünmüştü. Boş banklardan birine oturdu. İnsanın içine yaşama sevinci olarak sızan, küçük şeylerden alınan hazzı güne maya yapan güneşli günlerdendi. Sıcaktan terlemediğiniz, hafif esintilerle ferahladığınız ama üşümediğiniz o muhteşem sıcaklık dengesinin olduğu nadir günlerden. Bebek arabasına bebeği yerine alışveriş poşetlerini  koymuş bir kadın geçti önünden. Koyu mavi bir tulum giymiş park görevlisi sararmış yaprakları süpürüyordu. Karşı bankta ihtiyar bir çift oturuyordu. Yanlarında birkaç market poşeti vardı. Yaşlı adam yanındaki naylon poşete uzanıp bir tembel hayvan gibi yavaş ve nazik hareketlerle portakal çıkardı ve hayatında ilk kez portakal görüyormuş gibi güneşe doğru tutup incelemeye başladı. Adamın ağzından çıkan zayıf kelimeler yazara gelene kadar yüzlerce küçük parçacıklara ayrılıp hafif esen rüzgârla parkın içine dağılıyordu. İnsan sıradan bir portakal hakkında neler konuşabilir ki diye düşündü yazar. Üstelik hayatınızın son evresinde, belki de yediğiniz son portakal olma olasılığını düşündüğünüzde. Ama gerçek daha iyimserdi belki de. Yetmişli yaşlarınızda, artık iyice incelmiş derinizin kuvvetle hissettiği mükemmel sıcaklıktaki bir havada, elli yılı devirdiğiniz hayat arkadaşınızla bir parkta bankta oturmuş, önünüzden akıp giden zamana bakarken, belki de sadece portakalın yararlarından bahsediyorsunuzdur. Ya da kırk küsür yıl önce portal bahçesindeki “o gün” ün hatıraları gelmiştir aklınıza. Kim bilir. Birden yaşlı adamın incecik parmaklarından kayıverdi portakal. Yuvarlanıp yazarın oturduğu banka doğru geldi. Benekli bir köpek belirdi aniden. Nemli burnuyla portakalı koklamaya başladı. Burnuyla itelediği portakal yazarın ayağının dibine geldi. Yaşlı çift büyülenmiş gibi portakala bakıyordu. Beklenmedik bu kayıp ikisini de sarsmış gibiydi. Aralarında konuşmaya başladılar. Küçük bir kavganın arifesindeki sinirli mimikler kırışıklarla dolu yüzlerinde kat be kat daha şiddetli bir çatışma varmış gibi gösteriyordu. Yazar uzanıp portakalı eline aldı ve küçük bir zafer elde etmiş gibi yaşlı çifte doğru gösterip onlara geri götürmek için ayağa kalktı. Omuzlarını silkti yaşlı adam. Bu küçük zafer onları hiç etkilememişti. Oysa az önce bir portakal yüzünden kıyamet koparacakmış gibi görünen onlar değildi sanki. Poşetten başka bir portakal daha çıkarıp karısına verdi. Yaşlı kadın etten çok kemikleri görünen her an kırılacakmış gibi duran parmaklarıyla portakalı nadide bir sanat eseri gibi tutuyor, bir seremoninin parçasıymış gibi yavaş ve narin hareketlerle soyuyor, itinayla ayırdığı parçaları yaşlı adama uzatıyordu. Takma dişli ağızlarından çıkan şapırtılar yazarın oturduğu banka kadar geliyordu. 

Elinde kalan portakalı ne yapacağını bilemedi, bankın üzerinde duran montunun cebine koydu. Benekli hâlâ dizinin dibindeydi. Bir süre daha yaşlı çifti seyretti. Dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi zevkle portakal yemelerini izlerken bir çeşit huzur duydu. En son ne zaman bir şeyi böyle tadını çıkararak yapmıştı. Başka bir şey düşünmeden, o an ne yapıyorsa önemi ne olursa olsun sadece ona odaklanmıştı? En çok konsantrasyon gerektiren yazma zamanlarında bile defalarca yazı masasının başından kalkar, mutfağa gider, balkona çıkar, neden oralara gittiğini unutur sonra yine odaklanmaya çalışırdı. Kendiyle didişmeye başlamadan banktan kalktı. İmza saati yaklaşmıştı. Yaşlı çifte eliyle selam verip parktan ayrıldı. Benekli de onu takip etti. Kitapçı sağı solu mağazalarla çevrili bir caddedeydi. Vitrinlere bakarak yürümeye başladı. Vitrinlerdeki ürünlerden çok camdaki kendi yansımasıyla ilgileniyordu. Orta yaşlı, sakalları yer yer beyazlamış yalnız bir adam. Soluk renk bir pantolon ve açık renk bir gömlek giymişti. Elinde taşıdığı taba rengi montu cebindeki portakalın ağırlığıyla sarkmıştı. Kendini çok yalnız, yalnız bir yaşlı adam gibi hissetti. Kitapçının önünde durdu. Benekli de durdu. “Hoşçakal dostum ” dedi benekliye ve içeri girdi. 

İçerisi beklediğinden daha kalabalıktı. İmza günlerini sevmediğini ne kadar söylese de o gün gelip de masaya oturduğunda, karşısında kitabını imzalamaları için sıraya girmiş okuyucuları görünce inceden bir gururu okşanırdı. Ama bu gurur esintisi çok geçmeden yerini mahcubiyete bırakır, önündeki imza kuyruğu canlı bir yılan gibi tıslayarak kıvrılır kıvrılır onu boğacak gibi olurdu. Böyle durumlarda zaten az konuşan, soğuk bir yazar olarak bilinen ününe yakışır bir şekilde antik çağlardan kalma bir tanrı büstü gibi durur, mekanik hareketlerle imzalarını atar ve meraklı okurlarının birkaç sorusunu cevaplamak dışında konuşmazdı. Her defasında bu son diyordu. Bir daha imza günü yapmayacağım. Bu son. 

Nihayet son okurun kitabını da imzalayınca kalktı masadan. Kitap raflarının arasında kuytu bir yer buldu kendine. Az önce kitabını imzaladığı okurlar çil yavruları gibi dağılıvermişti. Bazen kitaptan çok imza ile ilgileniyorlar gibi geliyordu ona. Tüm bu etkinlikten. Bir şeyler yapmak için bir yerlerde toplanmaktan. Bir gruba dahil olmaktan. Bir ismin bir şeyleri simgelemesinden. Kalabalık azaldığı için rahat bir nefes almıştı sonunda.  Raftan bir kitap alıp arka kapak yazısını okudu. Ne yazarını ne de kitabını daha önce duymamıştı. Konusu çok ilgisini çekti. Elindeki kitaba bir süre daha baktı. Satın alıp çıktı kitapçıdan. Benekli hâlâ kapının önünde bekliyordu. Birlikte yürümeye başladılar. Vitrinlerin camında onunla birlikte yürüyen yalnız ve yaşlı adama selam verdi. Hafiflemiş görünüyordu. Dönüş yolunda yine parka yöneldi ayakları. Daha önce oturduğu bank boştu yine. Yaşlı çift gitmişti ama biraz daha dikkatli bakınca market poşetlerinin bankta olduğunu gördü. Hava henüz kararmamıştı. İkindi sonralarının dinginliği mimoza ağaçlarının kokusuyla birleşip tüm parkı sarmıştı. Elindeki kitabı bırakıp poşetlerin olduğu banka doğru yürüdü. İçindeki meyveler olduğu gibi duruyordu. Mavi tulumlu park görevlisi mesaisini bitirmiş sivil kıyafetlerini giymişti. Yanından geçerken: “Yaşlı kadın öldü” dedi, “siz gittikten hemen sonra. Kalp krizi dedi ambulanstaki doktor. “

Bir an onları tanıyormuş, yıllardır dostlarmış gibi, bu ani kayıp haberiyle sarsıldı. Omuzları sarsıla sarsıla, tüm acılarının, tüm hayal kırıklıklarının, tüm kayıplarının hepsi hemen şu anda hücuma geçmiş gibi ağladı. Park görevlisi ne yapacağını bilemedi, yazarın omuzuna kelebek kadar hafif bir teselli dokunuşu yaptı. Beraber banka oturdular. Uzun süre hiç konuşmadan rüzgârın getirdiği çocuk seslerini dinlediler. Sonra birer portakal soyup kendi yalnızlıklarının ortak paydasında susmaya devam ettiler. 

Nilüfer 2021, Panama 

Bu öykü Öykü Günlükleri sitemizde proje bölümünde yayımlandı: https://oykugunlukleri.wordpress.com/2022/02/07/portakalli-huzun/

Bizi Mutlu Eden Şeyler

Elinde sırt çantası papatya paspasın tam orta yerinde, tepeden sarkan sarı lambanın altında öylece duruyordu. Konuşmuyor, kapının arkasında onu bekleyen yeni hayatına bir adım uzakta sabırsızlıkla bekliyordu. Heyecanını gözlerinden okuyabiliyor, boğazımı tıkayan yumuruyu zorlukla yutkunuyor, yüzümdeki acıyı görmemesi için yere bakıyordum. Fakat bu kez de parkenin üzerinde titreyen gölgesini görüyordum. Tıpkı ilk tanıştığımız gündeki gibiydi duruşu. İrileşmiş kocaman gözler saydam bir birikintinin içinden bakıyor ve bedeninin titreşimi parkenin üzerinde küçük gölge dalgaları yaratıyordu. Ruhu bedenine sığmıyor gibi, içinden çıkıp bir an önce gitmek istediği yere doğru uçmak ister gibi. 

   Son zamanlarda sessiz bir kavga vardı aramızda. Sözlerle değil duygularla dövüşüyorduk. Hayal kırıklığı, bıkkınlık ve mahcubiyet ince kırılgan bir hat gibi duruyordu ilişkimizin ortasında. Sorun ikimizde de değildi. Yavaş yavaş azalmış, kuraklığa yenik düşmüş bir nehir gibi, bitivermişti bizi mutlu eden şeyler. Mutsuzluksa tüten bir sobanın isi gibi her yerimize sinmişti sanki. Saçlarımız, yüzümüz , ellerimiz, dudaklarımız, ağzımız mutsuzdu. Mutsuz kelimelerle cümleler kuruyorduk. Uzun saatler trafikte enerjisi yitmiş bedenlerimiz, bütün gün bilgisayar ve telefon ekranına bakmaktan hipnotize olmuş beynimizle eve döndüğümüzde ev bile bizi içinde istemiyor, her gün farklı bir sorunla memnuniyetsizliğini belli ediyordu. Durduk yerde banyodan gelen bir sese koşuyor, duvardaki fayansın parçalarını paspasın üzerinde buluyorduk. Bir keresinde akşam yemeği yerken tepemizdeki avize az kalsın kafamıza düşüyordu. Duvarlar küfleniyor, ahşap kapılar şişip kabarıyordu. Kedimiz Sezar bile mutsuzdu. Eskiden olduğu gibi biz eve gelince heyecanlanmıyor, yattığı yerden şöyle bir kafasını kaldırıp bizi görünce yatmaya devam ediyordu. Bezmiş insanlar gibi ara sıra gözlerini devirdiğine yemin edebilirim. 

     Benliğimizin değil bedenimizin  hafızasıyla  yaşıyorduk. Mekanik bir çarkın işleyişi gibi, kurgu dışına çıkmayan, duygulara kapalı bir ayindi tensel oyunlarımız. Bildiğimiz sularda yüzüyor, ne derine inmek ne de açılmak istiyorduk. Birbirimize dokunuyor ama hislerimizin körleştiğini anlamıyorduk. Sorun sadece bizde de değildi aslında. Bazen buzdolabının canı isteyince kapanmayan kapısındaydı örneğin. Tam duşun ortasında aniden kesilen sıcak sudaydı. Çıkarılmayan çöpteydi, ihtiyaç anında biten kahvedeydi. Sulanmayan çiçeklerde, yıkanmayan çamaşırlarda, ödenmemiş faturalardaydı. Daha başından sonunu tahmin ettiğimiz kötü senaryolu filmlerin bile suçu vardı. Akşam haberlerinin, fırlayan Amerikan dolarının, uzak ülkelerin denizlerinde yiten göçmenlerin, küresel ısınmanın, Endenozya’nın söylemeye dilimizin dönmediği bir şehrinde meydana gelen depremin bile suçu vardı. İkimizin arasındaki sorunlar evrenseldi bir bakıma. Başkalarının acılarını ve sevinçlerini seyretmekten vicdanımız nasırlaşmış, aramızdaki sevgi meselesi önemini yitirmişti.

  O paspasın ortasında öylece azad edilmeyi bekler halde dururken ‘‘son bir şey yapalım birlikte’’,  dedim. Hiç bu kadar sessiz olmamıştı ev. Mutfak çeşmesinden evyeye düşen su damlasının sesi holden duyuldu. Pıt! Sezar miyavladı. Kuşkulu gözlerle elindekileri paspasın üzerine bırakıp mutfağa geldi arkamdan, ´´Ne yapacağız peki´´dedi. ´´Bizi mutlu eden şeylerden bahsedeceğiz.´´dedim. Mutfağın içi kahve kokusuyla dolmuştu. Ona da bir fincan uzattım. ’’İlk ben başlıyorum’’ dedim. İlk kez sinemada beraber izlediğimiz filmden başladım, sonrasında her ay mutlaka birimizin seçtiği, yalnız olsak hayatta izlemeyeceğimiz filmleri saydık. Sırf o seviyor diye onunla birlikte oturup izlediğim Julia Roberts’lı filmleri sıraladım tek tek. O da bütün Hızlı ve Öfkeli serisini. Ve Paul Walker ‘in kırmızı bir Porche’nin içinde ölüme gidişine hüzünlendik yine. Birinin ölümü, hem de tanınmış birinin ölümü kendi kişisel hikayemizdeki gedikleri doldururdu  aniden. Geri kalan hayatımızın manifestosunu çıkarır, ertesi sabah ilk iş yıllardır ertelediğimiz şeyleri hayata geçirmek için planlar yapardık. Çok geçmeden zihin evreninde boşlukta yüzen diğer onlarca planın yanında yerlerini alırlardı. Bu gece hiç plan yapmadık. 

Sevdiği bisküvilerden çıkardım. Kahvesine banarken ilk kez gittiğimiz şehirlerde güzergahına bakmadan bindiğimiz otobüsleri anlatmaya başladı. Gezi rehberlerinde yazmayan ne çok semt keşfetmiştik bu sayede. Bir keresinde otobüste en son biz kalmıştık ve son durakta şehrin dışındaki cezaevinde bulmuştuk kendimizi. Dönüş seferine kadar bir saat durağın yakınındaki bakkalda oyalanmış, küçücük dükkana neler sığdığına hayret etmiştik. Oradan aldığımız İnce Memed hala salondaki kitaplıkta duruyordu. Kalkıp kitabı aldım, öğrenciyiz diye tek bilet almıştı bizden şoför, diğerini kitabın içinde saklamıştım. Otobüslere biletle binilen günlerden beri beraber olduğumuzu düşünmek içimi sızlattı. Sessizlik eski bir dost gibi kendine yer açtı mutfak masamızda. İki kişilik ölgün bir şimdiki zamanın içine düştük.

Geçmişin hipnotize edici büyüsüne o kadar kapılmıştık ki gece yarısı olduğunu fark etmemiştik. Bizi mutlu eden şeyler matruşka bebekleri gibiydi. Anılar diyarı benliğimizi ele geçirmiş, kahveler bitmiş, birlikte pratik bir yemek hazırlamış, sevdiğimiz bir şarabı açmıştık. Halının üstü eski fotoğraflar, gittiğimiz yerlerden aldığımız kartpostallar, küçük koltuk minderleri ve şarabın yanına çıkarttığım birkaç çerez tabağı ile doluydu. İkimiz de yerde dirseklerimizin üzerinde uzanıyor fotoğraflara bakıyorduk. Kestane saçları omuzlarından düşüyor, kolları gıdıklanıyor, zarifçe geriye atıp hemen ileride gözüne kestirdiği bir fotoğrafa uzanıyordu. Odanın loş ışığı yanaklarının üzerine kadifemsi hareler düşürüyor, uzun kirpiklerinin gölgesi bu küçük ışık göllerinde dalgalanıyordu. Ona böyle uzun uzun bakmayı neden bırakmıştım? Nasıl olmuştu da bu gece bu evde beraber son gecemizdi? Defalarca gördüğüm bir rüyanın içinde gibiydim, tanıdık ama bir yanıyla da her an yok olacakmış gibi kırılgan. Fotoğraflardaki anılar yaşanmış bitmiş güzel şeyleri hatırlatıyor, hemen şimdi burada nostaljik bir atmosfere götürüyordu bizi. Bir dağın yamacında Akdeniz’e doğru uzanmış bir piknik örtüsü, dalgalı deniz, bavullar, uçak biletleri, parmak arası terklikle komik görünen ayaklarımız, sahilde rüzgara kapılmış bir hasır şapka, Sezar’ın bebekliği, ilk arabamız, deniz kabuklarıyla dolu elleri, antik bir heykelin vücuduna oturttuğumuz kafalarımız, fotoğraf karesinin köşesinde çıkan pembe işaret parmağı… Elini tuttum. Ayağa kalkarken hafif sendeledi. Yanakları kapıdan çıkmaya hazır olduğu zamanki gibi pembeleşmişti. 

‘‘bizi mutlu eden şeyler’’ sadece ikimizin istediği zaman girip çıkabileceği bir tünele sonsuza dek mühürlendi. Sabah uyandığımda gitmişti. Yastıkta iki tel kestane saçını bırakarak. 

Nilüfer,

Panama, 2021

Bu öykü Öykü Günlükleri blogumuzda Banu ile ortak çalışmamız olan bir projenin içinde yer alıyor.