Herkesin Bir Hikayesi Var

Uzun zamandır yazmak istiyorum ama ister tembellik deyin ister uygun şartları bulamamak  bir türlü olmuyordu işte. Oysa ki gündelik hayat devam ederken bir yandan sürekli bir şeyleri kaydeden o zihni kalem tutan ikinci kişilik (artık hafızaya mı geçici belleğe mi bilemiyorum bunu zaman gösterecek) sürekli notlar alıyordu. Notları alıyor almasına da kimisi suya yazı yazmak misali anlamsız bir çaba sanki. 

Sabahları uyanıyor, artık iyice kemikleşmiş rutinlerinin gölgesinde güne başlıyor, düşünce açıklarını sıkı sıkı pamuklarla kapatıyorsun ki anlamsız eylemlerin şaha kalkıp beni sorgula demesin. Yap, yap , devretmeden devam et işlerin otomatik pilotta gidiyor. Bedenen ve ruhen hoşafa dönmüş bir şekildesin ama işte geceden suya koyduğun tohumlar diyor ki beni al, beni al, beni dönüştür!  Şimdi bu tohumların mercimek, nohut falan olduğunu düşünüyorsanız yanıldınız tabii. Bu yazıda onlar yok, zira onları gerekli görülen sürelerde sularda bekletip buzul evrenine yolladım bile. Yani bakın, bu konu da biraz sinir bozucu. Birileri sürekli  araştırmalar yapıyor ya da yapılanları evirip çeviriyor, işte artık nohutları 48 saat suda bekletmeden sakın ha yemeyin diyor. Yani hep bir yeni bilgi, hep bir bilimin peşinde koşma halindeyim. Aman Allahım! Kişisel gelişimde son nokta!

Kendime tam kıvamında  öz-işkence (fena uydurdum bunu ama sevdim) yaptıysam yola devam edebilirim. Beliz Hoca’nın ilk derslerinden sonra zaten metafor seven ben iyice bir gaza geldim. Artık hiçbir şeyi doğrudan söyleyemez oldum. Hep bir şeyleri bir şeylerle anlatma çabasındayım. Yani bu da şimdi iyi bir şey mi bilemedim. Anlaşılmaz biriydim daha önceleri şimdi artık bir Nirvana durumları oldu sanırım. Şaka bir yana kendim için yaptığım ve iyi ki dediğim bir şey oldu benim için. Havalı atölye kelimesini bilhassa kullanmıyorum çünkü Beliz Hoca’nın verdiği dersler böyle kalıplara girmeyen enteresan ve heyacan verici dersler. Gözü gönlü zihni açılıyor insanın. Şimdilik okuma ile ilgili bölümlerdeyim. Yazma aşamalarına geçer miyim emin değilim. Bir şey bekliyorum. Büyük bir şey sanki. Erteleme sanatında uzmanlık peşindeyim kısacası 🙂 Olur ya, o da olur. Her şeyin bir zamanı vardır buyurmuşlar… 

Biraz covidden uzaklaşmış, maskesiz insan içine çıkmaya, hastalık düşünmeden toplum içine karışmaya başlamıştık. Yaza ne güzel planlarım vardı. İstanbul’a gelince Rüzgar’ı müzelere, kütüphanelere götürecektim. Vapurla karşıya geçecek, şehre diğer kıyıdan bakacaktık. Geçen yaz beklenmedik doktor işleri bizi öyle boğdu ki İstanbul’dan resmen kaçarak ayrılmıştık. Bu yaz diyordum güzel olacak… Olacak mı dersiniz? Bu korkuyla, bu endişeyle, nasıl olacak? Tamam korkmayalım, istedikleri bu zaten, onlara bu fırsatı vermeyelim. Ama olmuyor işte. Kafamızda  o duymak istemediğimiz sorular sincice bekliyor olacak. Zaman ilaç evet ama zaman aslında ilaç falan değil. İnsan büyüdükçe öğreniyor. Zaman sadece bir cila. Ufacık bir çizilme, ufacık bir darbeyle altta kalanlar gün yüzüne çıkıyor. Bir toplumun hafızası öyle kolay silinmez. Bu konu üzerine çok konuşulur, çok düşünülür. Mindmills’te sevgili Neslihan hislerime tercüman olmuş. Hepimizin endişeleri, korkuları var. Ama şu da bir gerçek ki sahip olduğumuz tek bir hayat var ! 

Yıl sonları bana bir şey oluyor. Ah vah moduna geçiyorum. Bir yıl daha bitti. Neleri yaptın, neleri yapmadın. Kaç kitap okudun? Neler öğrendin? Kendine ne kattın? Tartmalar, ölçmeler. Sonuçlardan memnun kalmamalar. Ama güzelim 40 oldun artık!  Aynaya bakınca gördüğün sensin evet! Ama beynin ve ruhun bunu kabullenmiyor. Bu 40 yaş olayı fena sarstı beni. Depresyon desen değil, normal desen değil. Yani bilemedim.

Dün sabah yürüyüş yaparken, paylaşımlarını sevdiğim yazar psikiyatrist Gülcan Özer’in katıldığı bir podcast dinliyordum. Bir yerde şöyle dedi; ‘‘40 ‘ımda kadın oldum ben.’’ ‘’Duygusal, bedensel ve zihinsel olarak, bir kimlik olarak  kendi hayatımın anlamı ile ilgili bir şeyleri tuttum bu yaşımda.’’ Burada kafama bir şey dank etti. Kendi hayatımın anlamı ne? Kaçımız bu sorunun cevabını verebiliyor? Nedir bu anlam meselesi? Bunu bu yaşıma kadar zaten çözmüş olmam gerekmiyor muydu? Hep bir geç kalmışlık hissi. Her şeye geç kalmışlık. Bazen en çok da bunu hissediyorum. Her şeyi benden önce yapıyorsunuz. Benden önce okuyorsunuz istediğim kitapları, benden önce haberiniz oluyor yeni ve çok önemli bir şeyden. Benden önce görmüşsünüz o çok sevdiğim filmi. Çocuklarınız doğmuş, büyümüş, siz çok görmüş geçirmişsiniz mesela. ‘’Bu gibi durumlarda şöyle yapılırmış canımın içi hiç mi duymadın’’lar falan… Bir arkadaşım vardı bana hayat çömezi derdi. Kızardım ona o zamanlar. 40 oldum hala öyle miyim?

Zaten kolay bir hayat yaşamıyor bizim kuşak. Geçmişte dayatılan kalıplardan böyle garip ekşi maya ekmeği gibi sağlam ama hazmı zor bi şeye dönüşmüşsün. Sürekli bir yenilikler, bir ayak uyduramamalar, dinazorluk sıfatları ile uğraşıp duruyorsun. Yadırgadığın ve tepki gösterdiğin her şey yüzünden dışlanıyorsun. Üstüne bi de sen olduğun, kendin olduğun için hırpalıyor seni kendi kuşağın. Evet senin gibiler. İyi niyetinin altında bir şeyler arıyorlar. Kazıyorlar, deşiyorlar, bir şey bulmaya çalıyorlar. İyi bir iş ortaya koymuş birine eline sağlık diyorsun, bakın diyorsun araştırmış, okumuş, yazmış, zaman ayırmış, paylaşmış. Bu devirde bir karşılık beklemeden bilgisini paylaşmış. Siz de okuyun, öğrenin, faydalanın diyorsun. Ama yok. Hımmm, hummm, sen niye paylaştın şimdi bunu, niye destekliyorsun, o da seni mi destekliyor. Al gülüm ver gülüm… Böyle çirkinsiniz işte. Siz kendinizi biliyorsunuz. Kusura bakmayın kızıyorum ve haklıyım. İnsanda hiçbir heves bırakmıyorsunuz. Elinizde, gözünüzde iğnelerle dolaşıyorsunuz. Balon patlatır gibi heves ve iyi niyet patlatıyorsunuz. Elimi ayağımı çekesim  geliyor böyle zamanlarda her şeyden. Her ortamdan. Alın ne haliniz varsa görün diyesim geliyor.

Böyle böyle soğudum işte sosyal medyadan. Öğrendiğimi, beğendiğimi, yararlı bulduğumu sen de gör diye paylaşmaktan. Herkes çok meşgul, herkes her şeyi çok biliyor. Bir de hep mi siz en iyisini biliyorsunuz, yazıyorsunuz, düşünüyorsunuz? Hiçbir şey yeterince iyi değil gözünüzde. O yüzden emekmiş falan sallamıyorsunuz. Basarım like’ımı yoluma bakarımcılar ve bir like atıp diğer beğenenlerle aynı seviyeye inememciler falan… Şiirde bunu demek istememiştir sevgili şairim ama  ‘‘Öyle daralttık ki içimizi/Bir saksılık toprağa yer yok/Herkesin kendini gösteriyor pusulası.’’ (Gonca Özmen)

Kırgınlık ve kızgınlıkları bir kenara bırakıp sevdiğim birkaç kitap ve filmden bahsetmek istiyorum. Raymond Carver’in Katedral’ini yıllar önce okumuştum ama şimdi Beliz Hoca ile tekrar okuyunca aslında Carver’n tarzını ne kadar çok sevdiğimi anladım. Her öyküde hep birazdan bir şey olacakmış hissiyle yaşattığı gerginlik takdire şayan. Öyle büyük olaylar olmuyor (öyküde asla peşinde olmadığım şey bu aslında) ama karakterlere yakından bakınca bir şeylerin değiştiğini görüyorsun ve bence bu tam da gerçek hayatta olan. O yüzden sanırım daha sindirilebilir ve daha etkileyeci. 

Bir süre önce Ferzan Özpetek’in Cahil Periler filminin yeni yapılan dizi versiyonunu izlemiştim. Dostluklar ne güzeldi dizide. Evler ve renkler. Şarkılar ve sokaklar. Bir şairin ve şiirin tohum olduğu o aşk. İstanbul sahnelerindeki o ev. Kızıl saçlı kızın yalnızlığı… Şiir mi? Şiir Nazım’dandı. 

Kelimelerin geldiler bana,

yüreğinden, kafandan, etindendiler.

Kelimelerin getirdiler seni,

                                    onlar : ana,

                                    onlar : kadın

                                            ve yoldaş olan...

Mahzundular, acıydılar, sevinçli, umutlu, kahramandılar,

                                              kelimelerin insandılar…

Elizabeth Moss ne yapsa izlerim diyenlerdenim ama Handmaid’s Tale’ın son sezonunu hala izleyemedim. Bu arada kendisi yeni bir dizi yapmış Selçuk’un sayesinde haberim oldu. Shining Girls. Zamanlar arası seyahat eden bir seri katili yakalamaya çalışan bir kızın öyküsü. Çok beğendim diziyi. Kafa karıştıran, durup geriye neyi kaçırdım diye düşündüren, parçaları birleştirmen için zorlayan işleri seviyorum. İzleyiciyi pasif bırakmıyor, düşündürüyor. Spoiler vermek istemem ama dizideki o ev fikri muhteşemdi. 

Inside Man önce oyuncu kadrosu ile dikkatimi çekti. Çünkü malum artık birbirine benzeyen Netflix işlerinden fenalık geldi. Biraz referans arıyor insan 🙂  David Tenannt’ı ve Stanly Tucci’yi görünce ve fragmanı da tatmin edecek kadar iyi gelince izledim. Dizinin mottosu çok iyiydi: ”Everyone is a murderer. You just have to meet the right person.” (Herkes bir katildir. Sadece doğru kişiyle tanışmalısın.) Bir şeyler raydan çıkınca insanın hayatı nasıl altüst oluyor, içimizdeki şeytan nasıl ortaya çıkıyor, kim olursak olalım hepimizin içinde nasıl potansiyeller gizli bunu çok iyi anlatmışlar. Bazı yerlerde bu kadar da olmaz dedirtecek sinir bozucu anlar vardı ama genel olarak anlatmak istediği şeyi çok iyi yansıtmış dizi. Mizah dozu da tam kıvamındaydı bence. 

Ve son olarak bahsetmek istediğim dizi ise The Bear. Daha ilk dakikası itibariyle felaket stresli bir mutfak ortamının içinde başlıyoruz izlemeye. Baş karakter Carmen ne zaman kalp krizi geçirecek diye kaygı ile izlerken her bölümün ayrı bir felaket ile bitmesini kanıksıyoruz. Bu kez ne olacak beklentisi başlıyor sonra. He şey nasıl bu kadar kötü olabilir. Bütün bu aksilikleri, umutsuzlukları ve tıkanıklığı nasıl oluyor da böyle güzel bir sonla taçlandırmışsınız. Son bölümde insan bir koyveriyor. Vay be Mickey diyor. Dizinin çekirdeğini hala düşünmekteyim. Bunun için bir kez daha izlemeli. Beliz Hoca’nın kulaklarını çınlatıyorum buradan :))

Banu ile projemiz askıdaydı bir süredir. Ara sıra konuşuyoruz. Mola uzun oldu bu sefer ama kesinlikle devam edeceğiz. Çok yakında sesimiz çıkar. Yeni yıla girmeden son bir atak yaparız belki.

Beklediğim kitaplar var. Ve filmler. İyi ki. Yoksa bu hayat dünyanın neresinde olursanız olun onlarsız zor . Bir nefes aldığımız o alan var. Paralel, kendi halinde, havadar bir evren 🙂 Herkesin bir hikayesi var kendi evreninde.

Yıl bitmeden görüşmek üzere. Günlerdir tekrar tekrar dinlediğim bir şarkıyla olsun kapanış. Yaima’dan Gajumaru

Nilüfer

Kasım 2022, Panama

Herkesin Bir Hikayesi Var’ için 6 yanıt

  1. Sosyal medyadan uzaklaşma arzuna “Hayııır!” diye bağırmak istiyorum, bizi o enfes fotoğraflardan, manzaralardan mahrum bırakma. Sayende Panama’yı epeyce tanıdık. (Senli-benli yazmamın sakıncası yoktur umarım, çünkü 40 deyince oğlumla yaşıt, hatta bir yaş küçük olduğunu farkettim, ablayım ben 🙂 Sanal alemde cart curt eden hiçkimseyi ciddiye almıyorum, işlerine gelmiyorsa takipten çıkabilirler. Çünkü dünyanın en doğru şeyini yazsan bile bir itirazı olan mutlaka çıkıyor, özellikle Twitter’de. Bunu da çoğunlukla laf olsun diye yapıyorlar bir şey bildiklerinden değil.
    40 bence bir kadının en güzel yaşı, denedim biliyorum 🙂 Sağlıkla nicelerine ulaş diyorum ve o güzel oğluşunu ve seni sevgiyle kucaklıyorum…

    1. Tabii ki senli benli yazacağız. Abla kardeş diyelim biz buna ama 🙂 Leylak ablamız. ( mor kalp geliyor buraya ) Sosyal medya arada canımı sıkıyor ama oranın sayesinde ne güzel insanlar tanıdım. hep iyi ki diyorum. Çok teşekkür ederim güzel dilekler için. Sevgilerimi yolluyorum.

  2. Yalnız değilsin Nilüfer. Yalnız değiliz. Seni çok iyi duyuyor, görüyor, anlıyorum. Aynı evrendeyiz ve buna çok şükür! 🙂
    Yazıma verdiğin bağlantı için teşekkür ederim. Uzundur bana en iyi gelen şeylerden biri de bu birlikte olduğumuz evrenlerden geliyor işte. Paylaşmak gibisi yok.
    Kırklarda hayatın anlamını sorgulama kısmına esas mesele şimdi başlıyor diyeceğim. Korkma gel, buralar güzel. Ben artık soz düzlüğü sürüyorum. 🙂
    Dizi önerilerine, ama özellikle Elizabeth Moss’unkine muhakkak bakacağım. Handmaid’s Tale’i ben bir iki sezon önce bıraktım, ruhum kaldırmadı. Oradan da geri dönemedim, ama Moss’un peşindeyim.
    Bu içten ve güzel yazı için ancak eline sağlık, kalemine kuvvet diyebilirim. Beliz hocanın mahallelileri birleşelim hem! 🙂 Daha çok yaz, uğra lütfen, baskı gibi almadan (umarım), burası senin doğalın, alanın olduğu için emi? 🙂 Çok sevgiler..

    1. Mahalleden komşuymuşuz hissi hep var zaten bende. Çok teşekkürler. Daha çok burada olmayı ben de istiyorum önümüzdeki zamanlarda. Mindmills’e misafirliğe geldikçe hemen benim de blogun başına oturasım geliyor. İlham ve istek geliyor bana sayende. 40’lar konusundaki zarif davetin için de ayrıca teşekkür ederim. Yol güvenli geldi şimdi 🙂 Sevgilerimi yolluyorum.

Yorum bırakın