Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde – Marcel Proust

IMG_8719Kayıp Zamanın İzinde serisinin ikinci kitabı olan Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde, ilk bölümünde, Swannlar’ın Tarafında bıraktığı yerden devam ediyor. Bu kez Swann’ın çok konuşulan aşkı ve sonradan karısı olan  Odette bir süre hikayenin merkezinde kalıyor. Genç anlatıcı Swannların kızı Gilbert’e aşıktır ama annesi Odette hakkında öyle ince detaylara giriyor ki, gizli bir aşkı tasvir ediyor sanıyoruz. Genç anlatıcının yaşamının bu heyecanlı yıllarındaki büyük  hevesleri hikayenin seyrini belirliyor. Gilberte’e karşı duyduğu derin hisler genç kızın her hareketinin ondaki yansıması şiirsel betimlemelerle anlatılıyor.

İkinci bölümde yeni birçok karakter giriyor romana. Bu karakterlerin hepsini, kim olduklarını ve önem derecelerini belirlemek güçleşiyor ama son bölümlere doğru anlatıcının dikkati birkaç önemli karakterde yoğunlaşınca okumak kolaylaşıyor. Okyanusun derin sularını geçip kıyılara yaklaştıkça muhteşem bir manzara  sizi bekliyor. Bu güzelliği tadabilmek için metnin bu durgun kısımlarını geçebilmek gerekiyor.

Proust okumak daha önceki okuma deneyimlerime benzemiyor. Bir yandan yazarın ince ruhuna, kalemine büyük hayranlık duyarken, diğer yandan yoğun anlatımın yarattığı sağanak yağmurun altında kalmak insanı romantik bir hazza ulaştırmak yerine boğuluyormuş hissi veriyor. Öyle noktalarda metinde ilerlemek zorlaştı benim için. Sık sık ara verdim. Her geri döndüğümde biraz kibirli, oldukça duygusal ara sıra tam bir romantik genç adam kendini kabul ettirmek için bekliyor oldu. Her zaman temiz ve iyi giyimli, bulunduğu ortamda en küçük detayın peşine düşen, mimik ve duygu analizlerini kendi kafasına göre yorumlayan genç aşık. Dönemin sosyal rutinleri, günümüzden bakınca insana çok tuhaf geliyor. İster istemez geleceğe bırakacağımız kendi kişisel ve toplumsal geleneklerimizin ileride nasıl tuhaf kaçacağını düşünüyorum. Tıpkı kendi aile büyüklerimin anlattığı birçok şeyin bugün komik ve gereksiz gelmesi gibi.

Proust’un muazzam gözlem gücünü aktarırken kullandığı dil bugünün benimsenen edebiyatı için zorlayıcı ve fazla ağdalı gelebilir. Proust bu seriyi bugün yayımlatmak isteseydi editörlerin elinden zor alırdı bence. Yedi ciltlik  seriyi kese biçe üç kitaba indirirlerdi. ( Bu noktada alakasız olsa da aklıma güzel bir film geliyor: Yazdığı uzunca romanı bütün yayıncılar tarafından reddedilen Thomas Wolfe ve editörü Maxwell Perkins’in kitabı yayımla sürecine hazırlamalarını anlatan film Genius. Sanırım Proust için de en uygun editör Maxwell Perkins gibi biri olurdu 🙂 )

Memleket İsimleri başlığı altında olan ikinci bölümde doğa ve mekan anlatımı daha çok göze çarpıyor. Kahramanımız melankolik bir ruh hali içinde, annesine olan özlemi ağır basıyor ve otel odasına alışmaya çalışıyor. Odaya vuran ışık, yürüyüşlerinde gözüne çarpan manzaralar, yolda karşılaştığı insanlar, otelde konaklayan misafirler ve Balbec’in belli başlı yerleri romanın içinde en detaylı bir şekilde yer buluyor. Manzara betimlemeleri öyle güçlü ki neredeyse bahsettiği dalgalar ve rüzgârı hissedebilirsiniz.

Kitabın çevirmeni Roza Hakmen kesinlikle övgüyü hak ediyor. El emeği göz nuru bir çalışma yapmış. İnce ince özenle çevirmiş. Bu önemli eseri dilimize kazandırdığı için ne kadar teşekkür etsek az.

İnsan ruhunun dalgalanmalarını, düşüncelerin sosyal ve duygusal tepkilere göre aniden değişimini Proust’un kaleminden okumak oldukça etkileyici bir deneyim. İkinci kitapta ilk kitaba göre karakterin de yaşça büyümesiyle orantılı olarak daha olgun bir anlatım var. Serinin diğer kitaplarını okurken bu fark daha da artacak ve sanırım detaylar ve betimlemerin labirentinde lezzetli yolculuk devam edecek. Labirent diyorum çünkü Proust’un evreni içinden çıkmak istemeyeceğimiz gönüllü bir tutsaklık isteği yaratıyor.

 

 

 

 

*Bu yazı ilk kez Proust okuma grubumuzun blogunda yayımlandı:

Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde

 

Proust’u Neden Sevdim?

IMG_6591Bu muazzam kitap hakkında basılı yayın ve internet mecralarında epey yazı, yorum içeren makale var. Eser hakkında fikir sahibi olmak, daha iyi anlayabilmek ya da detayların arkasındaki bilgilere ulaşmak için gerçekten iyi kaynaklar bulmak mümkün. O yüzden ”Proust’u neden sevdim ” düşüncesi etrafında biraz daha farklı bir  yazı yazmaya karar verdim.

Metinde hem olaylar hem de dili ekseninde epey sakin ve yavaş bir tempo olması günüzümün yaşam koşullarının bizi sarıp sarmaladığı karamsar evrenine epey ters düşüyor. O yüzden başlarda kurgunun ve dilin içine girip, kendimi Proust’un metninde serbest bırakıp, dış dünyayla bağlantımı keserek bir okuma yapmam pek mümkün olmadı. İlk kitap Swann’ların Tarafı’nı romanın diğer bölümlerine ve geçmişe uzanan bir nehir gibi düşünürsek ben sanki bu nehirin akış yönünün aksine yüzmeye çalışıyordum. Sonra bu çabamın beni çok yorduğunu ve kitabı anlamamı etkilediğini fark ettim. Metne savaş açacağıma, onunla birlikte akmaya karar verdim ve işte o anda okuduklarımdan haz almaya başladım.

Proust’un kalemi o kadar güçlü ki, insan anlattığı ”an”ları adeta görüyor ve bu muazzam his hayatınıza da yansıyor. Sık sık kendimi küçük detayların büyüsüne kaptırmış buluyorum ve imgeler, kelimeler, duygular arası bir geçitteymişim gibi eylemlerimin farkında olarak yaşıyorum. Okuduğum, izlediğim şeylerde, deneyimlediğim olaylarda Proust olsa nasıl anlatırdı bu durumu diye düşünmeden edemiyorum.

Kitabı okurken o kadar çok sevdiğim yer oldu ki hepsinin altını çizdim ve not almaya çalıştım. Az sonra okuyacağınız bölümde  ise  bunların sadece birkaçına ve neden sevdiğime dair küçük notları iliştirdim. Biraz da ileride açıp bakabileceğim, başucu kitabı mantığıyla, bir başucu notlarım olsun diye yaptım.

Proust’u neden sevdim.

Kuşkonmaz güzellemeleri  için;

“fakat asıl hayranlık duyduğum, başaklarındaki incecik eflatun ve gök mavisi çizgiler aşağıya, –hâlâ fidanın toprağının durduğu– diplere indikçe, sanki bu dünyaya ait olmayan menevişlenmelerle ton ton açılan, koyu mavi ve pembeye bulanmış kuşkonmazlardı. Bu ilahi tonların eğlence olsun diye kendi kendilerini sebzeye dönüştürmüş harika yaratıkları ele verdiğini düşünürdüm; kuşkonmazların yenilebilir, sert etlerinin ardındaki o şafağın ilk renklerinde, o gökkuşağı taslaklarında, o mavi akşam solgunluklarında görebildiğim değerli özü, akşam yemeğinde kuşkonmaz yemişsem, gece boyunca, o harika yaratıklar bir Shakespeare oyunu gibi şiirsel ve kaba olan farslarında lazımlığımı bir parfüm kabına dönüştürdüklerinde de tanırdım.”

“kuşkonmazların pembe tuniklerinin üzerindeki gök mavisi hafif taçlar, tıpkı Padova fresklerindeki Erdem’in çelenk yapıp başına taktığı, sepetine sapladığı çiçekler gibi ince ince, yıldız yıldız çizilmiş olurdu.”

Günlük hayatın sıradan eylemlerini incelikli anlattığı için;

“keşif kolu olarak kapıya gönderilen büyükannem hem fazladan bir bahçe turu yapmasına bahane çıktığı için her zaman sevinir, hem de bu fırsattan faydalanıp, oğlunun, berberin iyice yapıştırdığı saçlarını parmaklarıyla kabartan bir anne gibi, yoldan geçerken güllere biraz olsun doğallık kazandırabilmek için, fidanları dik tutan sırıklardan birkaçını gizlice yerinden sökerdi.”

Gözleriyle görmediği bir şeye inanmama durumunu böyle sanatla ve mitolojiyle aktarma yeteceği için;

“Aristaios’la arkadaşlık etmek, Aristaios’un kendisiyle sohbet ettikten sonra, (Vergilius’un anlattığına göre coşkuyla karşılandığı) Thetis’in krallığına, ölümlü gözlerin göremediği bir âleme dalması daha kültürlü bir hanıma ne kadar şaşırtıcı gelirse, büyük halam da o kadar şaşırırdı; ”

büyük halamın aklına gelmesi daha muhtemel bir benzetme yapacak olursak, bu durumu, (Combray’deki pasta tabaklarımızda resimlerini gördüğü) Ali Baba’nın kendi evine akşam yemeğine gelmesi, sonra da, tek başına kalınca, akla gelmedik hazineleri barındıran göz kamaştırıcı mağaraya girmesi kadar olağanüstü bulurdu.”

Anne öpücüğünün değerini böylesine güzel anlattığı için;

“Ben akşam yemeğini herkesten önce yer, sonra, yukarı çıkmam gereken saat olan sekize kadar sofrada otururdum; annemin bana genellikle uykuya dalacağım sırada, yatağımda emanet ettiği değerli, kırılgan öpücüğü böyle akşamlarda yemek odasından kendi odama kadar taşımam ve soyunurken, tatlı yumuşaklığını bozmadan, uçucu etkisinin dağılıp buharlaşmasına izin vermeden korumam gerekirdi; üstelik tam da bu öpücüğü her zamankinden daha ihtiyatlı bir şekilde kabul etmem gereken bu akşamlarda, onu hızla, herkesin gözü önünde, adeta çalarcasına koparmam gerekir, ruh hastalarının bir kapıyı kapatırken, marazi şüpheleri kendilerini yakaladığında, kapıyı kapadıkları ânın hatırası sayesinde başarıyla şüpheye karşı koyabilmek için başka hiçbir şey düşünmemeye gayret etmeleri gibi, yaptığım şeye özel bir dikkatle eğilmeye zamanım ve iznim bile olmazdı.”

Muhteşem benzetmeleri için;

“en güzel mısralarını kafiye baskısı altında bulmaya mecbur olan büyük şairler gibi”

“Tıpkı anestezi sayesinde geçirmekte olduğu ameliyatı hiçbir şey hissetmeden, tamamen bilinçli bir şekilde izleyen bir hasta gibi,”

“Büyükannemin kendisinde bulduğu tek kusur, biraz fazla güzel, fazla kitabi konuşması, hep havada uçuşan, geniş, yumuşak kravatlarındaki ve neredeyse okul çocuklarınınkine benzer düz ceketindeki doğallığın dilinde bulunmamasıydı.”

“adeta bedeni insanların arasına karışmış olduğu halde kalabalıktan ayırabildiğim Tanrı’nın havaya kaldırdığı parmağıymışçasına, önümde dikilirdi. ”

“oturmuş etrafı seyreden hizmetkârlar, hatta efendiler, güçlü bir gelgitin çekildikten sonra kıyıda bıraktığı, nakışlı tüllere benzer yosunlar ve deniz kabukları gibi, kapı eşiğini koyu renkli, düzensiz bir şeritle süslerlerdi.”

Muhteşem ‘’aşk ‘’ tanımlamaları için;

“Aşk bir bakıma bu yürek daralmasının kaderidir, onu tekeline alır, özelleştirir; ne var ki, benim durumumda olduğu gibi, yürek daralması içimize aşk, hayatımızda boy göstermeden önce yerleştiğinde, aşkın bekleyişi içinde, başıboş ve serbest dalgalanır, belirli bir duygunun tekelinde değildir, bir gün bir hissin, ertesi gün bir başkasının, kâh evlat sevgisinin, kâh dostluğun emrindedir.’’

İşte kitabı yazdıran o muhteşem an; anıların zihninde canlanışı. Her şey madleni çaya bandırmasıyla başlar. Sadece bu anı anlatışı için bile sevebilirim Proust’u.

“bir kış günü eve döndüğümde, üşümüş olduğumu gören annem, alışkın olmadığım halde, biraz çay içmemi önerdi. Önce istemedim, sonra, bilmem neden, fikir değiştirdim. Annem birini gönderip, Küçük Madlen denilen, bir tarak midyesinin oluklu “çenetleri arasında biçimlendirilmiş gibi görünen o kısa, tombul keklerden aldırdı. Az sonra, o kasvetli günün ve iç karartıcı bir yarının beklentisiyle bunalmış bir halde, yaptığım şeye dikkat etmeden, yumuşasın diye içine bir parça madlen attığım çaydan bir kaşık alıp ağzıma götürdüm. Ama içinde kek kırıntıları bulunan çay damağıma değdiği anda irkilerek, içimde olup biten olağanüstü şeye dikkat kesildim. Sebebi hakkında en ufak bir fikre bile sahip olmadığım, harikulade bir haz benliğimi sarıp soyutlamıştı. Bir anda hayatın dertlerini önemsiz, felaketlerini zararsız, kısalığını boş kılmış, aşkla aynı yöntemi izleyerek, benliğimi değerli bir özle doldurmuştu; daha doğrusu, bu öz benliğimde değildi, benliğimin ta kendisiydi. Kendimi vasat, sıradan ve ölümlü hissetmiyordum artık. Bu yoğun mutluluk nereden gelmiş olabilirdi bana? Çayın ve kekin tadıyla bir bağlantısı olduğunu, ama onu kat kat “aştığını, farklı bir niteliği olması gerektiğini seziyordum. Nereden geliyordu? Anlamı neydi? Nerede yakalanabilirdi? İkinci bir yudum alıyorum, ilk yudumdan fazlasını bulamıyorum, üçüncü yudumda, ikincide bulduğum kadarı da yok. İçmeye son vermem gerek, iksirin etkisi azalıyor sanki. Aradığım gerçeğin onda değil, bende olduğu belli. İksir onu benim içimde uyandırdı, ama onu tanımıyor, yapabileceği tek şey, benim yorumlayamadığım bu tanıklığı giderek azalan bir şiddette tekrarlayıp durmak; daha sonra, kesin bir açıklama elde etmek üzere, en azından bu tanıklığı tekrar, bozulmamış haliyle emrimde bulmak istiyorum. Fincanı elimden bırakıp dikkatimi zihnime çeviriyorum. Gerçeği bulmak ona düşüyor.”

Ve uzun ve detaylı anlatımdan sonra gelen şu her şeyi tek cümleyle anlatan ifadeleri için;

“Ve tıpkı Japonların, suyla dolu porselen bir kâseye attıkları silik kâğıt parçalarının suya girer girmez çözülüp şekillenerek, renklenerek belirginlik kazandığı, somut, şüpheye yer bırakmayan birer çiçek, ev, insan olduğu oyunlarındaki gibi, hem bizim bahçedeki, hem M. Swann’ın bahçesindeki bütün çiçekler, Vivonne Nehri’nin nilüferleri, köyün iyi yürekli sakinleri, onların küçük evleri, kilise, bütün Combray ve civarı şekillenip hacim kazandı, bahçeleriyle bütün kent çay fincanımdan dışarı fırladı.’’

Nesneleri ve mekanları  anlatışındaki şiirsellik için;

“Aslında halam artık evinin sadece birbirine bitişik iki odasında yaşıyor, öğleden sonraları, odalardan biri havalandırılırken ötekine geçiyordu. Bunlar, –tıpkı bazı yerlerde, havanın ya da denizin geniş alanlarında, bizim göremediğimiz sayısız tek hücreli hayvanın bir ışık, bir koku yayması gibi– havada “asılı duran faziletin, bilgeliğin, alışkanlıkların ve gizli, görünmez, dolu dolu, ahlaklı bir hayatın yaydığı bin bir kokuyla bizi büyüleyen taşra odalarındandılar; şüphesiz doğal kokulardı bunlar ve tıpkı yakındaki kırlar gibi mevsimin rengini taşırlardı, ama evcilleşmiş, insani ve içeriye ait, meyve bahçesinden dolaba giren yılın bütün meyvelerinden ustalıkla damıtılmış, harikulade, duru bir karışım oluştururlardı, mevsimlerle değişirlerdi, ama birer mobilya gibi eve yerleşirler, kırağının keskinliğini sıcak ekmeğin hoşluğuyla yumuşatırlardı; bir köy saati gibi aylak ve dakik, işsiz güçsüz ve düzenli, tasasız ve ihtiyatlıydılar, çamaşır kokusu, sabah vaktinin kokusu, ibadetin kokusuydular kaygıyı artırmaktan başka işe yaramayan bir huzurda ve içinde yaşamadan geçip gidenler için sınırsız bir şiir kaynağı olan bir yavanlıkta mutluluğu bulmuşlardı. Bu odaların havası, öylesine besleyici, “öylesine leziz, süzülmüş bir sessizlikle dolup taşardı ki, ben özellikle Paskalya haftasının hâlâ soğuk olan ilk sabahlarında, Combray’ye yeni geldiğim için tadına daha çok vardığım bu havanın içinde, adeta bir oburlukla yürürdüm; halama günaydın demek üzere odasına girmeden önce, beni birkaç dakika ilk odada bekletirlerdi; bu odada kıştan kalma bir güneş şöminenin önüne, ısınmaya gelmiş olur, iki tuğlanın arasında erkenden yakılmış olan ateş bütün odaya bir is kokusu yayar, odayı köylerdeki geniş “ocak önleri”ne veya insanın altında durup dışarıda yağmurun, karın yağmasını, hatta içeri kapanmanın rahatlığına gemilerin kışın limanlarda barınmalarının şiirselliği de eklensin diye, bir sel felaketinin baş göstermesini istediği, şatolardaki dev davlumbazlara benzetirdi; dua iskemlesiyle baş dayayacak yerlerinde daima tığ işi örtüler bulunan desenli kadife koltuklar arasında gidip gelirdim; sabahın “nemli ve güneşli serinliğiyle mayalanıp “kabarmış” olan ve odanın havasını adeta pıhtılaştıran iştah açıcı kokuları ateş bir hamur gibi yaprak yaprak pişirir, kızartır, şişirir, görünmez ama elle tutulur bir köy pastası, dev bir “ponçik” haline getirirdi; bu kokuların arasında, gömme dolabın, konsolun, dallı çiçekli duvar kâğıdının daha gevrek, daha ince, daha revaçtaki, ama aynı zamanda daha kuru olan aromalarını tadar tatmaz, daima itiraf edilmeyen bir açgözlülükle, dönüp çiçekli yatak örtüsünün ortalama, yapışkan, yavan, ağır, meyveli kokusuna gömülürdüm.”

Karakterlerine söylettiği bilge sözler için:

“Evimde gereksiz eşyaların hepsi var şüphesiz. Sadece gerekli olan şey eksik: Buradaki gibi kocaman bir gökyüzü parçası. Hayatınızın üstünde hep bir gökyüzü parçası bulundurmaya çalışın yavrucuğum” diye eklerdi bana dönerek. ”

Birbirinden güzel kitap okuma sahnelerini anlatışı için;

“Kitap okurken, bilincim birbirinden farklı durumların hepsini aynı anda, adeta alacalı bir ekranda sergilerdi; benliğimin en ücra köşelerine gizlenmiş özlemlerden bahçenin sonunda gördüğüm, tamamen dışsal olan ufuk çizgisine kadar uzanan bu farklı durumlar arasında en öncelikli, en çok bana ait olanı, hareket halindeki bir kontrol düğmesi gibi her şeyi yöneten güdü, okumakta olduğum kitabın felsefi zenginliğine, güzelliğine olan inancım ve hangi kitabı okuyor olursam olayım, bu zenginliği, bu güzelliği kendime mal etme isteğimdi. ”

“Kitap okurken içeriden dışarıya, gerçeğin keşfine doğru durmadan hareket eden bu temel inancın ardından, benim de katıldığım olaylar zincirinin yaşattığı heyecanlar gelirdi, çünkü bu öğle sonraları, çoğunlukla bir ömür boyu yaşananlardan daha fazla dramatik olayı barındırırdı içinde. ”

Roman üzerine düşünceleri için;

Gerçek bir insan  kendisiyle ne kadar derin bir yakınlık kursak da, büyük ölçüde duyularımız tarafından algılanır, yani saydam değildir, duyarlılığımıza taşıyamayacağı bir yük bindirir. Başına bir felaket geldiğinde, ona ilişkin kafamızda taşıdığımız bütünsel kavramın ancak küçük bir bölümü çerçevesinde duygulanabiliriz; dahası, o da kendisine ilişkin bütünsel kavramının ancak bir bölümü çerçevesinde duygulanabilir. Romancının buluşu, ruhun nüfuz edemediği bölümlerin yerine eşit miktarda manevi, yani ruhumuzun özümleyebileceği unsur koymaktı. Bu noktadan itibaren, bu yeni türdeki varlıkların eylemlerinin, duygularının, biz onları kendimize mal ettiğimize, artık bizim içimizde oluştuklarına, kitabın sayfalarını coşkuyla çevirirken nefes alıp verişimizi, bakışlarımızın yoğunluğunu onlar belirlediğine göre, bize gerçek gibi görünmesinin ne önemi vardır? Romancı bizi bir kez bu duruma soktuktan sonra yani bütün duyguların tamamen içsel durumlardaki gibi on kat arttığı, kitabının bizi bir rüya misali, ama uyurken gördüklerimizden daha açık seçik, hatırası daha uzun sürecek bir rüya misali allak bullak edeceği bir duruma soktuktan sonra, bir saat boyunca, gerçek hayatta sadece birkaçının yaşanması bile yıllar sürecek ve en yoğun olanları, meydana gelişlerindeki yavaşlıktan ötürü algılanamayacak, dolayısıyla da asla görünürlük kazanamayacak, olası bütün mutlulukları ve talihsizlikleri peş peşe yaşatır bize (kalbimiz de hayatta böyle değişimler geçirir ve ıstırapların en büyüğü budur; ne var ki biz bunu sadece kitap okurken, hayalden biliriz; gerçek hayatta kalbimizin geçirdiği değişimler, tıpkı bazı tabiat olayları gibi, o kadar yavaş gerçekleşir ki, kalbimizin içinde bulunduğu farklı durumların her birini saptar, buna karşılık, değişim duygusunu yaşamayız.’’

Karakterlerinin yüz ifadelerini sanat tablolarıyla özdeşleştirdiği için;

“Odette bu haliyle, İlkbahar tablosu ressamının kadın figürlerini her zamankinden çok hatırlatıyordu. O esnada Odette’in yüzü, bu kadınların bebek İsa’nın bir narla oynayışını veya Musa’nın bir yalağa su boşaltışını seyrederken bile kaldıramadıkları bir acının ağırlığıyla ezilirmiş gibi görünen bitkin ve kederli yüzlerinden farksızdı.”

Kentler ve isimleri üzerine şu harika düşünceleri için;

“O sıralar, zihnimde kentleri, manzaraları ve anıtları aynı malzemeden alınan çeşitli kesitler, hoş ya da vasat resimler olarak canlandırmaz, her birini diğerlerinden özünde farklı, ruhumun özlem duyduğu ve yararlı bilgiler edinebileceği bir bilinmez olarak canlandırırdım. Tıpkı insanlar gibi, her biri kendine ait bir isimle anılınca, iyice kendilerine has oldular. Kelimeler bize nesnelerin açık seçik, bildik ve küçük birer suretini sunarlar; tıpkı okullarda, çocuklara bir tezgâhın, bir kuşun, bir karınca yuvasının ne olduğunu öğretmek üzere, aynı türe ait şeyleri temsil eden birer örnek olarak duvarlara asılan resimler gibi. Oysa isimlerin bize sunduğu insan suretleri –ve bizi, insanlar gibi ayrı ayrı bireyler olarak görmeye alıştırdıkları kent suretleri–, kullanılan yöntemin sınırlılığı yüzünden veya dekoratörün keyfine uygun olarak, yalnızca gökyüzünün ve denizin değil, teknelerin, kilisenin, insanların da mavi veya kırmızı olduğu, tamamı mavi veya kırmızı afişler gibi tek renkli, rengini isimlerden, isimlerin parıltılı ya da koyu tınısından alan, bulanık resimlerdir.”

 

Nilüfer 

 

 

Bu yazı ilk olarak Üç Köşe Bir Kitap blogunda yayımlanmıştır.