İşin Aslı, Judith ve Sonrası – Sandor Marai

Kitabın tanıtım metnine bakıldığında bir aşk romanı okuyacağımızı sanıyoruz. Biraz savaş, biraz aşk, biraz sınıfsal ayrımlar, edebiyat dünyasından çokça aşina olduğumuz sürprizsiz klişe konular. Hal böyle olunca meraksız ve biraz da önyargılı bir okuma adımı ile başlıyorum. Kitaba dair en çok ilgimi çeken şey aslında yazarı ve kitabın geçtiği ülke. Sandor Marai’nin hayat öyküsünün hüznü, ülkesine olan sevgisi ve trajik ölümü kitabı okurken aklımdan çıkmıyor.

Üç kişiden ayrı ayrı dönemi ve yaşananları okuyoruz. Kadınlar konuşurken hikaye daha akıcı. Ne zaman sözü hikayenin ilgi odağı olan adam Peter ele alıyor o zaman biraz yavaşlıyoruz. O kadar çok burjuva olmanın altı çiziliyor ki detaylarla boğuluyorum ve kitaptan uzaklaşıyorum biraz. Kendini çok iyi tanıyan bir adam var karşımızda. Çok okumuş, çok gezmiş bir adam. Yaşadığı deneyimler hayat görüşünü değiştiriyor. Varoluşsal bir kriz yaşıyor. Kendi sancılı kişiliğinin üzerine bir de dünyada ve ülkesinde süregelen savaş eklenince iyice boşlukta kalıyor. Tek bir şeye tutunuyor hayatta. O da ilk gördüğü andan itibaren asla unutamadığı Judith’in hayali. Ve İşin Aslı Judith burada devreye giriyor. Bütün hikaye Judith’in ekseninde dönüyor.

İlk bölüm karşılıksız bir sevgi ile kocasına bağlı bir kadının perspektifinden anlatılıyor. Kadının sevgisi biraz saplantı, biraz da tutku gibi. Bir gizemi çözmek için neredeyse ömrünü heba etmeye hazır. Bu kadar ağır bir sevgi her iki tarafa da fazla. Hastalıklı bir hal alıyor evlilikleri. Yine de sanırım kitabı bize sevdiren, sonrasında neler olacağını merak ettiren, bahsi geçen ailenin hayatına , dönemin ve ülkenin atmosferine yumuşak bir geçiş yapmamızı sağlayan bölüm burası.

İkinci bölümden sonra nihayet hikayenin kilit ismi Judith başlıyor anlatmaya. Başından beri sessiz, sakin ve sır küpü gibi görünen hizmetçi Judith meğer ne kadar konuşmayı ve anlatmayı seven biriymiş. Resmen bir ailenin ve savaş dönemindeki Avrupa’nın tarihini muhteşem bir gözlem gücüyle anlatıyor. Burjuvazi üzerine anlattığı sayfalarca detay o döneme ait bu sınıfı takıntılı bir üst sınıf gibi görmemize neden oluyor.

Romanda keşke daha fazla tanıma şansımız olsaydı dediğim karakter yazar Lazar. Son bölümde sanırım en insani halleriyle, Judith sayesinde hakkında daha çok şey okuyoruz onun hakkında. Savaş dönemindeki Budapeşte’de sadece Lazar’ın hayatından bile bence muhteşem bir roman çıkar. Yalnız ve her şeyden vazgeçmiş bir adam. Ölümün kıyısında bir hayatta sanki deniz kenarındaki otel odasından gün batımını izler gibi sadece stokladığı şarapları içerek ve kitap okuyarak yaşıyor günlerini.

Kitapta en çok sevdiğim anlardan biri köprü üzerindeki o acayip karşılaşma anıydı. Köprülerin halkın hayatındaki yeri şiirsel bir etki yarattı bende. Keşke bu karşılaşmayı Lazar anlatsaydı. Ya da Peter’dan da dinleseydik o anı.

Yine sevdiğim bir kitap hakkında bahsetmek istediklerim uzun bir blog yazısına dönüşmek üzere. Değinmek istediğim daha çok şey olunca bazen böyle uzun notlar kaçınılmaz oluyor. Üstelik daha bayıldığım benzetmelere ve çok sevdiğim paragraflara değinmedim bile.

Sandor Marai muhteşem anlatım gücüyle ve şiirsel bir etki bırakan diliyle sevdiğim yazarlar arasında yerini aldı. Böyle kusursuz bir okuma yapabilmemizi sağlayan çevirmen Esen Tezel’in emeği büyük. Bence insan psikolojisi üzerine yazılmış en güzel romanlardan biri. Her ne kadar her bölümde anlatıcı değişiyor olsa da arka planda o asıl anlatıcının, yazarın sesini sıkça duyuyoruz. Özellikle Peter’ın hikayeyi devraldığı bölümde.

Sevdiğim birkaç bölümle bu yazıyı artık sonlandırayım. Bir tanesinde yalnızlığın bugüne kadar yapılmış en güzel tanımlarından biri var..

”Fakat insanın hayatta, imkansız, anlamsız ve akıl almaz olanın gerçekte sıradan ve bir o kadar basit olduğunu kavradığı anlar vardır. Birdenbire hayatın mekanizmasını görürüz: Önemli saydığımız figürler gömülüp gider, arka plandan başkaları, hakkında net bir şey bilmediklerimiz öne çıkar ve aniden, ortaya çıktıkları anda idrak ederiz ki biz onları bekliyormuşuz, onlar da tüm kaderleriyle bizi.”

“Acılar sayesinde ıslah olduğumuz, daha iyi, daha bilge, daha dirayetli biri haline geldiğimiz doğru değil. İnsan soğuk, çok daha net ve kayıtsız oluyor. Kaderin ne demek olduğunu hayatta ilk kez gerçekten anladığımızda, neredeyse dinginleşiyoruz. Hem dingin, hem de son derece tuhaf ve ürkütücü bir biçimde yalnız oluyoruz.”

”İnsan bir süre yalnızlığı ceza gibi algılıyor; yetişkinler yan odada sohbet edip eğlenirken karanlık odada tek başına bırakılan bir çocuk gibi. Fakat günün birinde sen de yetişkin oluyorsun ve yalnızlığın hakiki, bilinçli, tek başınalığın bir ceza, yaralı, hastalıklı bir kendini çekme, bir münzevilik değil, tek onurlu durum olduğunu fark ediyorsun. İşte o zaman artık yalnızlığa katlanmak da o kadar zor olmuyor. Daha temiz havada yaşamak gibi bir şey.”

”Günün birinde uyandım, yatağımda doğrulup oturdum ve gülümsedim. Artık en ufak bir acı çekmiyordum ve birden, doğru insan diye bir şeyin olmadığını idrak ettim. Ne yeryüzünde ne de cennette. Öyle biri, öyle tek bir kişi yok. Sadece insanlar ve her insanın içinde bir tutam doğru insan var ama kimsede, bizim diğerinden beklediği­miz ve umduğumuz şey yok. Kusursuz insan diye bir şey yok ve o mutluluk veren, harikulade tek adam aslında hiç var olmadı. Sadece içlerinde ışık kadar moloz da olan insanlar…” (less)